Bircan Usallı Silan
Küçük Hanımefendi Belgin Doruk
Acı Dolu Yıllar
Bircan Usallı Sılan
Acı Dolu Yıllar
Anı Dizisi
© Türkiye Yayın Haklan:
AD Yayıncılık A.Ş. 1. Baskı:
Haziran 1995 ISBN 975-325-014-2
Yazan: Bircan Usallı SlLAN
Yayın Yönetmeni: Yalvaç URAL
Sorumlu Müdür: Necati GÜNGÖR
Dizi Editörü: Cemal ENER
Görsel Tasarım ve Kapak İllüstrasyon: Ali Sina ÖZÜSTÜN
Dizgi: Hayriye KAYMAZ İç Düzenleme: Zuhal DÜLGER
Düzelti: Tekin ERGUN
Basıldığı Yer:
Doğan Yayın Holding A.Ş. Doğan Medya Center, Bağalar 34554-İSTANBUL
Tel.: 0.212.505 6111, Fax.: 0.2I2.505 61 31
Küçük Hanımefendi Belgin Doruk
Acı Dolu Yıllar
Onunla ilk kez bir margarinin reklam filmleri
sırasında tanıştım...
Bu filmler onun için çok önemliydi.
Birinci Bölüm
Habercilik mi dostluk mu?
Onu filmleri dışında ilk kez yıllar önce çekimine katıldığı Vita Yağı reklamlarında görmüştüm... Daracık buracık bir sokak arasındaki reklam şirketine gittiğimde bir yanında kızı, öte yanında oğlu bir de hızla inip kalkan yüreği vardı ve makyajı yapılıyordu...
Biz gazetecilerin yaşamlarında vardır böyle unutulmayan ilkler... Belgin Doruk ile ilk karşılaşmam bunlardan biri oldu... Filmlerinde tanıyıp sevdiğim kadın işte hemen karşımda duruyordu... Sanki çok değişen bir şey yok gibiydi... Ona geniş gös-
teren bir objektifin ardından bakıyordum hepsi bu... Yine yanağında o ünlü beni, gözlerinde o tanıdık makyaj ve dudakları hafif taşık boyanmış ruju, arkadan topuz siyah saçları.
Belli belirsiz gülümsüyordu ve gözleri bu gülümsemenin en doğru tanığıydı... Ama yine o gözleri onun ne denli bir endişe ve merak içinde olduğunu ele veriyordu... Gözlerindeki ifade o-nun en etkili diliydi. Ben, dostluğumuz süresince hep gözlerinin ifadesine göre ayarladım kendimi. Eğrisiyle doğrusuyla onu ilk veren yeri gözleriydi. Sıkıldığını, üzüldüğünü, sevindiğini, bunaldığını hep gözlerinden anlardım. Kimi zaman bir çocuk gibi afacan ve kaçamak bakan gözleri, kimi zaman da 80 yaşındaki bir kadının bezginliğinde zorunlu olarak bakar, görürdü sanki... Çok seyrek de olsa o 30'lu yaş dönemlerindeki Belgin Doruk'u yakaladım bakışlarında..
Ama bana kalsa en güzel hali tombul bir büyükanne olmayı kabul ettiği zamanki o rahatlamış ifadesiydi... Dünyaya yeni gelmiş gibi umarsız, dost ve barışık...
Gerçek Belgin Doruk'a Doğru...
Onun geçmişini yalnızca siyah beyaz filmlerdeki Küçük Hanımefendiyle özdeşleştiren pek çok meslektaşım gibi ben de hazır karşımda bulmuşken onu sorgulamaya çalıştım... Hem de ne aptal, ne acımasız ve ne zor sorularla... Onun yaşamını beş dakika içinde, bir reklam filminden arta kalan zamanda öğrenmeye çalışmanın çabasını gençliğime ve deneyimsizliğime veriyorum şimdilerde...
Ve ancak öyle rahatlayabiliyorum...
"Neden bu kadar şişmandı? Yoksa alkolik miydi? Uyuşturucu kullandığı doğru muydu? Niye yıllardır herkesten saklanıyordu?"
Oysa o, hepimizi öyle güzel geçiştirdi ki. Aramızdaki ilk sıcaklığın o an başladığını şimdi anımsıyorum. Beni makyajın ya-
8
pıldığı küçük odaya almış ve oğlu ile kızının arasında fotoğraflarım çekmeme izin vermişti (Bu onun kızı ve oğlu arasındaki son fotoğrafıydı sanıyorum...) Ben de çektiğim bu fotoğrafın mutluluğunda bir keyif yaşamıştım...
Çekim süresince biz gazeteciler farklı bir şeyler yakalamanın peşindeydik ve birçoğumuz bunu gerçekleştiremediği için gergindik... Oysa günün sonuna doğru ise, o hepimizin gönlünü aldı ve herkesi memnun uğurladı yanından...
Fihristi Kontrol Etmek İçin...
Onu sevmiştim... Ama iş telaşı ya da bir iki özel söyleşi isteğime olumsuz yanıt verdiği için, "Nasıl olsa iş çıkmaz" düşüncesiyle onu yıllarca aramadım... Ancak bir gün, telefon fihristimi yenilerken numarasını kontrol etmek amacıyla numaralarını çevirdim...
"Belgin hanımla görüşebilir miyim?"
"Buyrun benim..."
"Efendim merhaba nasılsınız... Ben Hürriyet Gazetesi'nden Bircan Usallı Sılan..."
Ve böylece başladı ilişkimiz... O da benim hatırımı sordu... Söyleşi isteğimi yine kibarca geri çevirdi... O an gerçekten bunu hissetmiş miydim yoksa bir taktik miydi net olarak anımsamıyorum ama, onu ziyaret etmek istediğimi söyledim... Yalnızca bir seveni olarak...
Bu isteğimi geri çevirmedi ve beni evine davet etti... Arnavut-köy'deki o meşhur evine... Yıllarım, yaşamını geçirdiği, duvarın arkasına saklanmış gibi duran evine.... Çok hoş ve kibardı... Kilo-lanyla çok da görkemli ve kocaman duruyordu... Ama o yüreği, o pırpır edip de canlanıp uçuveren mini minnacık kuştan farksızdı... Canım benim o kadar naif, korkak, güvensiz ve ürkekti ki...
İşte arkadaşlığımız o zaman başladı... Ondan sonra gerçek-
I
ten gazetecilik, habercilik değil, insanlık, dostluk önemliydi bizim için... Ama arada sırada iş saatleri içinde onunla buluşmaya gitmem sonunda servis müdürüm Orhan Olcay'ı harekete geçirdi ve "Hadi artık bir söyleşi için ikna et onu. Bu defa bağla bu i-şi" dedi...
Ve bir dahaki gidişimde onu söyleşi yapmaya ikna ettim... Görüntüsünden rahatsızdı. Ama sanıyorum beni kırmak ona zor geliyordu... Öte yandan yıllar sonra çektireceği fotoğraflardan korkuyordu ve insanların hayallerindeki Belgin Doruk'u öldürüp, yenisini göstermeye çok da hazır görünmüyordu...
Yaptığım Doğru Muydu?
Şimdi düşündüğümde acaba bu çabalarım onun için ne kadar iyi oldu diye ikileme düşüyorum... Sessiz sedasız bir köşede kalmasına göz mü yumsaydım? Hiç mi dokunmasaydım onun yalnızlığına... Boşuna heyecanlar mı yükledim acaba ona diye...
Ama en sonunda randevular verildi... Ben yanımda makyöz arkadaş Nesrin'i de alıp gittim bu kez onun evine... Saçları sabahtan yapılmıştı. Az sonra foto muhabiri arkadaşım Sinan Özbalkan da geldi... Bütün ekip onun istediği gibi hareket etmeye hazırdık... istediği pozisyondan fotoğrafı çekiliyordu. Son kararı veren daima oydu...
Bu hep bildiğimiz klasik Belgin Doruk pozlarıydı. O ne o-lursa olsun imajına sahip çıkmak istiyordu. 50 kilo fazlası da olsa o yine ellerini bir bebek gibi birleştirmek, objektife yandan bakmak saçının kıvrımını doğru verebilmek için uğraşıyordu... Boynuna doladığı fuları ile şişmanlığın izlerini örtmeye çalışıyordu... Sonraları bunu hep yaptığına tanık oldum. Son fotoğrafları çekilirken de yine bir fular meydandaydı... "Fil gibi görünmek istemiyorum... Resme bakanlar benden korkmasın..." diyordu. Bu o zaman olduğu gibi şimdi de içimi acıtıyor. Belgin Doruk gibi simge bir kadının fulardan medet umması...
"Sinan Bey acaba şuradan mı çeksek...
Sinan bey biliyorum yoruldunuz ama, bir de şuradan dene-sek..."
"Bak Bircan bana söz verdin resimleri göreceğiz tamam mı?" diyordu sık sık... içinde bir korku vardı. Kendini birilerine teslim ediyor korkusu... Oysa yıllarca hep kendini önce annesine, sonra ilk kocası Faruk Kenç'e, ardından Özdemir Birsel'e ve yönetmenlere teslim etmemiş miydi? Belki de yıllar sonra yeniden birilerinin dediğini yapıyor olmak onu üzüyor, bunaltıyor sıkıyordu... Artık isteği dışında şeylere "Hayır" diyebilmek hakkını kullanmak istiyordu...Ancak kesin tavırlı konuşurken bile o kadar sıcak, yumuşak ve sevimliydi ki..
Fotoğraf çekimi büyük bir hızla sürüyordu. Zaman zaman terliyor, makyajı akar gibi oluyor o zaman da hemen Nesrin devreye girip yüzünü pudralıyordu.. Yorulunca ya da tansiyonun çıktığını hissedince oturup dinleniyordu... Sonra da gülerek ve keyifle "Ayol ben bunca film çevirdim hiç böyle lüksüm olmadı. Bir yanda özel fotoğrafçım, öte yandan makyözüm ve de asistanım... Aliki'nin setinde ancak olurdu bu türlü şıklıklar. Bizde hiç olmazdı.. Hele ben sette artist değil set görevlilerinden biri gibiydim. Kostüm ve dekor işi çoğu zaman bana ait o-lurdu. Neyi neye denk getireceğimi şaşırırdım... Şimdi bu halim elbette çok hoşuma gidiyor. Şöyle gidereyak yaşanan bir hoşluk bu benim için" deyip kahkaha atıyordu...
Çok emindim onun o an mutlu olduğuna... Bu arada ikramlarımızı unutmuyor, sevgili yardımcısı hanını ikide bir peşimizde dolaşarak ne istediğimizi soruyordu... Sevgili Belgin'in elinde sürahi bardağıma su doldururkenki halini asla unutmayacağım... O gözlerinin üst kapağını boyarken çekmeyi, asla ihmal etmediği kuyruğu, "Ay ayı yogi gibi oldum vallahi" deyişlerini...
Evinden ayrılırken bu kez endişe eden bendim. Ya Orhan Olcay diaları bizden önce alıp da şişmanlığından sözeden bir yazı yazarsa diye korkular yaşadım... Bu pek olan bir şey değildi a-
10
11
ma Belgin Doruk çok uzun yıllar sonra ilk kez fotoğraf çektirmişti... Bu bir magazin müdürü olarak oldukça cazip bir işti...
Biz evden çıkar çıkmaz Sinan gazeteye gitmiş ve filmleri yıkatıp sabahın erken saatlerinde Belgin Doruk'a uğramış ve di-aları göstermişti bile...
Belgin Doruk bu hareketten çok duygulanmış ve Sinan'ı her zaman sevgiyle yadetmişti.. "O da benim gibi tombiş... Tombiş-ler iyi kalpli olur iyi. O yüzden kilo alıyorum diye üzülme" demişti üstelik.
Belgin Doruk Anılarını Yazıyor...
Diaların kötülerini kendimize alıkoyup en iyilerini Olcay'a verdik ve nihayet haber kullanıldı...
"Belgin Doruk anılarım yazıyor"...
Bu haberin ardından Belgin Doruk cephesinde olumlu gelişmeler oldu. 20 Şubat 1980 gecesi ilk kez yazmaya başladığı a-nılanna biraz daha ciddi olarak bakmaya karar verdi... Haberin etkisi de umduğumuzdan daha öte bir yerdeydi. Pek çok büyük gazete aramış ve anılarını dizi olarak yayınlamak istemişti...
Ve o, bu habere çok sevindi... Demek ki insanlar halen onunla ilgiliydiler... Demek ki halen merak konusuydu...
Bir gün beni arayıp "Gel bakalım bıcır bu işi birlikte yapacağız, mademki başıma iş açtın" dedi ve buluştuk... Artık o ne zaman kendini iyi hissediyorsa buluşuyor, konuşuyor ve anılarını toparlıyorduk... O birkaç gün yazıyor, sonra beni çağırıyor, ben ona okuyor, aklıma takılanları soruyor ve eve götürüp yayına hazır hale getiriyordum... Ama şunu tüm açık yüreklilikle söylemeliyim ki yazı dili gerçekten güzeldi... îşim hiç zor değildi... İşin tek zor yanı zaman zaman bu anılardan vazgeçer gibi olmasıydı... Hep "Ay bu anılar bitmeden ben öleceğim galiba" diyor olmasıydı. Bazen tansiyonu çıkıyor, depresyona giriyor ve çalışmamıza bir süre ara vermek zorunda kalıyorduk... Ama illaki
umut ediyorduk ve illaki kararlıydık.
Kış, yaz demeden o ne zaman hazır olduysa buluştuk Arna-vutköy'deki kendini gizlediği o evde... Tarihi eser diye yıkılmayan duvardan başka manzarası olmayan ancak içeri girer girmez insanın yüreğini ısıtan o evinde... O kadar güzeldi ki bu ev... Hep yuva deyince aklıma geliyor orası. Kendi evimden önce gelecek hatta. O siyah koltuklar üzerindeki beyaz danteller, kendi eliyle bir bir düzene soktuğu eşyalar, kitaplar, biblolar... îlk kocasından kalan vişne çürüğü kadife koltuk ile o beyaz porselen kadın heykelciği ve çiçekleri çiçekleri... Onun en büyük sırdaşı olduğuna inandığım dokunurken okşadığı, okşarken sevdiği, severken yaşama bağlandığı çiçekleri. Onları asla susuz bırakmaz, güneşi ne kadar isteyip istemediklerini, onlara en doğru nasıl bakılacağını anlatır dururdu... Küçük tuvaletindeki sifonunun ucuna taktığı çiçek, anahtanndaki kurdele, aynanın kenarındaki gül, gülün dalındaki yaprak... Her şey o kadar kadınsı, sıcak ve insanın içini saııveren bir hoşluktaydı ki...
Küçük tuvalette bile hayal kurmak olasıydı... O kuruyordu mutlaka... Dantellerle bezeli o havluları onun ruhundaki kadınlığın bir göstergesi gibiydi...
"Ne kadar hoş koltuklar ve danteller bunlar" demiştim bir kez ona... Gülerek hem de acı acı gülerek göz pınarlanndaki yaşlan akıtmamaya çalışarak şunları anlatmıştı o zamanlar;
"Bunlar Gül'ün eski koltuklan... Bizimkiler icra ile gittiğinde Gülcük apar topar bunlan getirdi evinden... Bu da Gül'ün babasının eski koltuğu (Vişne çürüğü kadife koltuk) Eski püskü şeylere biraz hoşluk olsun diye eski siyah çarşaflan kestim koydum. Üstüne de bu beyaz dantelleri. Yoksa evimizde oturacak koltuk kalmamıştı... Hepsini alıp götürdüler. Korkunç bir durum bu. Düşünsene şöhretin doruğundasın ve evine icra memurları geliyor. Onlar şaşkın ben şaşkın. Özene bezene, hayaller kurup üzerinde güzel anlar yaşadığın eşyalann yok olup gidiyor.. Aslında elden giden kayıp giden yok olan onca maldan mülkten
12
13
sonra bu o kadar da önemli değil belki ama, bana en çok dokunan eşyalarımızı alıp gidişleri oldu. Neye uğradığımı anlayamadım. O an sanki ölümü de, canımı da alıp gittiler... Çok korkunç bir an bu... Bu icra memurları senden imza isterlerken bir yandan da evini başına yıkıp gidiyorlar... Asla onları suçlamıyorum. Üstelik çok iyi niyetliydiler de. Ama olmadı iyi niyet buseye yetmedi. Vazifelerini yaptılar... O halıların sanlısı, koltukların tek tek kapıdan çıkartılışı, masaların toparlanışı, dolapların sökülüşü hep gözümün önündeydi. Yıllarca bunun etkisinden kurtulamadım.
Ah ne zor anlardı onlar bilemezsin. O günlerde sevgili Sezer (Sezer Sezin onun hayattaki en yakın dostuydu.) yanımda olmasaydı her şey daha güç olacaktı. Onun o iyilik dolu kalbini asla unutmam... O yüzden gerçekten bu koltuklar benim için de acı anılarla dolu. Ama çaresizdim. Biliyorsun değil mi çok değerli ve güzel eşyalarımız vardı. Hepsi tükendi gitti...
O icra memurlarının eve geldikleri günü asla unutmayacağımı defalarca söylemek istiyorum... Tansiyonum herhalde 23'e filan çıkmıştı... Ondan olmalı yıllar boyu ne zaman başımı yastığa koysam bir kâbus gibi gördüm onları. Hep kafamdan atmak istediğim bir an oldu benim için... Hep yüreğim daraldı, nefes almakta güçlük çektim o anı düşündükçe... Oğlumun bir borç işi nedeniyle olmuştu bunlar... Ama bu mevzulara hiç girmeyelim olur mu?
Ben yaşarken bir daha bunları okumaya, insanlarla paylaşmaya, anlatmaya yüreğim yetmez... Bu olayın ardından uzun süre kendime gelemedim... Nereden nereye... Onca zenginlikten sonra insanın evinde oturduğu koltuğa icra gelmesi çok acı... Onca değerli, anı dolu eşya yok oldu gitti... Şu ortada duran masa var ya, bakma onun süslü püslü olduğuna. O döküntü bir masaydı. Siyah boya aldım ve onu boyadım. Hem boyadım hem ağladım. Kaderimin rengine boyadım sanki o masayı... Ama yine de eskiliği belli olmasın diye bu örtüleri üstüne örttüm. Bu
14
siyahlık sanki benim ruhumu yansıtıyor bu evde. Üzerindeki beyaz danteller ise belki biraz umudu anımsatıp, rahatlamama neden oluyor... Ona uygun iskemleler de bulup boyadım. Bunları hep tek başıma yaptığımı biliyorsun değil mi?
Özdemir'in daima bana ayrılacak zaman konusunda sıkıntısı vardı. O hep işinin başında ve Ankara'nın kollarındaydı. Beni ne yazık ki, Ankara ya da işi kadar sevemedi. Keşke sevseydi. Keşke gerçek bir karıkoca gibi olabilseydik. Keşke araya hiç aldatmalar, sömürüler girmeseydi... Keşke keşke diyecek o kadar çok şey var ki yaşamımızda. Ama artık çok üzülmek istemiyorum geride kalan günlere. Altı üstü hop diye bir beyaz bezin i-çinde çukurun birine atıverecekler bizi.
Bir bu kaldı eski günlerden... (Abdülhamit devrinden kalma lavabolu bir dolaptı bu...) Onu da gözüm gibi saklıyorum. Ben ölmeden onu kimse bu evden çıkartamaz... Bu kadın heykelciği var ya, ilk eşim Faruk Kenç'ten ayrılırken o evden aldığım tek eşya idi... Bir bunu almıştım...bir de giysilerimi... Bu kadın heykelciği benim sanki bir parçam.. Onun orada olma'sı bana güç veriyor, yalnızlığımı paylaşıyor sanki... Değeri var mı yok mu hiç bilmiyorum ama benim için pek çok insandan daha da ö-nemli ve vazgeçilmez... Bir de Faruk'ta bıraktığım bir heykelcik var ki o benim gerçek yaşamım.
Yaşamın İki Yüzü
Yaşamın iki yüzünü bundan daha iyi anlatan bir şey olamaz... Bu ne biliyor musun film çekmek için Paris'e gittiğimizde aldığım bir heykel. Sen nehrinden yıllar önce bir kadın cesedi çıkartılmış. Cesette çok önemli bir ayrıcalık varmış, 30, 35 yaşlarındaki bu kadının yüzünün yansı gülüyor, öteki yansı ağ-lıyormuş. Bu müthiş bir ifade. Ve ömür boyu vazgeçilmez bir yaşam dersi oldu bana...
Aslında biliyor musun ki ben de aynı bu kadın gibi hissettim
15
kendimi. Bu kadının heykelciğini hemen satın aldım ve evime götürdüm. Ama Faruk'tan ayrılırken bu hüzne veda etmek için o heykelciği almadım. Almadım ama yaşamımda hiç bir şey değişmedi. Tüm yıllar boyunca ben de böyle yaşadım. Yüreğimin, ruhumun, yüzümün yarısı hep güldü, öteki yansı ağladı... Belki günü gelip öldüğümde benim de cesetime baksalar aynı şeyi görecekler...
Umarım Bu Halimle Görür Beni Özdemir...
istediğim bir şey var ki o da Özdemir'in bana son kez baktığında bu duyguyu yakalayabilmesi. Çünkü gerçekten ben kendime bu kadar yakın hiçbir şey bulamadım ömrümce. O yüzden kitabıma "Yaşamın îki Yüzü Var" adını koymak istiyorum... Gerçekten bu böyle oldu benim için. İki eşimle de kadın olarak aradığımı asla bulamadım. Faruk ile çok yaş farkımız vardı, ben çok gençtim... Ama Özdemir ile çok bilinçliydim evlendiğimde. Her şeyi bulacağımı, paylaşacağımı sanarak evlenmiştim ama olmadı... Ben de avunmak, acımı belli etmemek için oynadım yıllar boyu... Sonra oyunlar karıştı birbirine... Ne zaman kamera önündeydim ne zaman arkasında bilemedim. Bazen filmlerde yaşanan aşk hikayeleri ile avundum, yetinmeye çalıştım. Öpülüp koklanmak, sarılıp sarmalanmak filmlerde de yasaktı bana gerçek hayatta da. Bu nedenle hep bir eksiklikti yaşadığım, hep bir doyumsuzluk... Kimbilir belki ben hatalıyım kendimi yeterince sevdiremediğim için, kimbilir belki de yeterince çekici, erkeğini evine bağlayacak bir kadın değilim...
Evi Onun Cennetiydi...
Evi onun cenneti, sarayı, orası onun hücresi ve hapishanesiy-di... Orası onun yaşadığı tek yerdi, sığınağı, kalesi sakladığı sırlan, ağlayan gözyaşları, titreyen elleri, özleyen gözleri hüzünlü
16
bakan, hüzünlü çarpan yüreğiydi...
Bir keresinde içeri girer girmez; "îçim ezildi, hemen yemek için bir şeyler istiyorum..." dediğim için beni küçük ziyafetlere boğduğu o evinde...
O kadar nazik ve kibardı ki...
Onu gerçekten özlüyorum...
Beyaz dantelli gümüş tepsisine dizdiği eliyle yaptığı o sıcacık kurabiyeleri, minik kanapeleri, sandviçleri, neskafeleri, çay-lan özlüyorum... O kırmızı koltuğuna iyice gömülüp, benim arkama bir yastık verdikten sonra "Bırak şimdi o teybi (Teyple çalışmayı hiç sevmezdi. Üstüne üstlük teybi açınca konuşması mekanikleşir, daha çabuk terler ve çalışmaktan sıkılırdı. O yüzden bu teyp çoğu kez gidip gelirdi yanımda... Ama bk iki kasette kalan sesi bile şimdi benim için o kadar anlamlı ve güzel ki)... Çayımızı içelim" demelerini özlüyorum...
Sabah saat dokuz sulannda telefonlar açıp "Bircaan kalk bakalım koca tembel... Bugün buluşuyor muyuz?" demeleri hep kulağımda...
Dizi Satıldı...
iki yıl süren bu gelip gitmelerden sonra nihayet yazı işini toparladık ve anılarını SABAH gazetesine sattık... O dönem en çok Ayhan Işık'ın başına gelenlerden korkuyor ve anılannın yayınlandığını görmeden ölmekten ürküyordu...
"Ya sevgili Ayhancık gibi üç gün önce ölürsem?" diyordu. Dizisi parası için önemliydi. Ama kitap onun için en önemli prestijdi. Bu kitap ile ölümsüzleşmek, en doğru biçimde kendini anlatmak istiyordu. Üstelik kendisinin bu konuda öncü olacağına inanıyor ve tüm sanatçılann onu takip etmeleri gerektiğini anlatıyordu sık sık. Diziyi gördü ama kitabını göremedi sevgili Belgin Doruk... Ama bence bunu hissediyordu o... Aynı kocası tarafından aldatıldığım hissedip de buna boşveren bir
17
kadın edası vardı bu tavnnda... "Yapılacak bir şey yok artık, o-lan olmuş. Bu saatten sonra aldatsa ne olur aldatmasa ne olur? Benim bir başka kadınla mücadele edecek ne zamanım, ne gücüm, ne isteğim var. Bu bir yürek işi. Aldatırsa aldatır... Ya susar oturur, ar deyip içine gömersin, umursamaz görünürsün, î-çindeki yara sızım sızım kanar kendi kendime kaldığımda. Ya da bu işi bitirir cümle âlemin diline düşersin, kızına yeni bir yük daha yüklersin... Bunu da istemiyorum" der gibi yani... Dedi gibi sanki...
Bana hissettirdikleri bunlar...
Dizisini bir hafta içinde yayınlama isteğinde diretti Sabah gazetesi... Oysa daha o kadar hazır değildik. Ancak öte yandan paraya gereksinmesi vardı sevgili Belgin Doruk'un, yurtdışında yaşayan oğlu için. Yaşamım neredeyse üstüne adadığı, son derece sevdiği, beraber sokağa çıkıp dolaşmayı istediği, kolkola sinemaya gitmeye özendiği, evlendirip de mürüvvetini görmek, torunlarını kucaklamak için yanıp tutuştuğu sevgili oğlunu... Her şeyi ona bağlıydı sanki.
Onun yurtdışına gitmesiyle, bu duyguyla, özlemle yanıp tutuştu hep yüreği... Tek amacı ona destek olmak elini tutabilmekti. Her şeye rağmen bu konuda yeterince başanlı olamadığına i-nanırdı kendine haksızlık yaparak hep eleştirirdi...
Oysa hep ödemesi gereken taksitleri vardı, hep zamanında bulması gereken paralar. Hep bunun stresini yaşadı hep evine icra memurlarının gelmesinden korktu.
O yüzden bu parayı istiyordu o yüzden anılarım satıyordu... Gazete yetkilileri reklam filmi çekmek için evlerine geldiklerinde içimde hep bir korku vardı "Ya biz son bölümü yazmadan ona bir şey olursa? Ya Belgin Doruk bu strese dayanamayıp da yaşama eyvallah derse" diye...
O gün gerçekten heyecanlı bir öğleden sonra yaşadık. Çünkü o her şeyi planladığı saatte yaşamayı severdi. Beş dakikalık gecikmeler bile onu tedirgin etmeye yarardı... Reklam filminin ve
18
fotoğraflarının hemen çekilmesini istedi... Bunun için uzun u-zun zaman ayıramayacak kadar tedirgin, heyecanlı ve stresliydi... O yüzden o fotoğraflara hiçbir özen göstermedi. Tam tersi bütün olayın iki üç dakika içinde hallolmasını sağladı. Sıkıntılıydı... Belki her an vazgeçme duygusu vardı onda... Sözleşmeyi imzalarken, tüm maddeleri tek tek okudu. Bir bir inceledi... Sevgili Türkan Şoray "inşallah o parayı kendisi için bir yerlere atar" dediğini ona ilettiğimde "Nerede?" der gibi bakmıştı yüzüme?.. Bu paranın yeri çoktan belli. Bir borç daha kapatacak. Kendime kenara para atacak halim yok... Ama sen kendi aldığın parayla kendine bir araba al artık" diye akıl vermişti...
Belgin Doruk'un ölümünden sonra en çok üzülenlerden biri de o oldu zaten. Sevgili Şoray hep onun yeterince kendi için yaşamadığını, hüzünlerle boğuşup, acılarını göstermemeye çaba-lamasının zorluğu üzerine sessiz sessiz acılandı... Belki o an çok gençlik döneminde evine yemeğe gittiği, hayranlık duyduğu o hoş kadını özledi... O hoş kadına kıyamadı... Gözünün ö-nüne belki onun evinde kendisi için hazırlanan o güzelim masa, dost elini uzatan sıcak bir kadın geldi...
Belki de yalnızca bir kadın olarak onun yaşadıklarına üzüldü...
Allahtan tamamladık konuşmalarımızı ve yazdık yazımızı... Reklam filmlerinde verilen "Alkolün pençesindeki star" lafının bir reklam işi olduğunu o öylesine güzel kabul etmişti ki Özde-mir Birsel'e bunu anlatmaya çalıştı. Zaten dönem dönem alkole sığındığını hiç saklamadı ki... Hiçbir zaman gerçek anlamda alkolik olmamıştı ama, bazen fazla alkol almış, kendini böyle a-vutmaya çalışmıştı... Bazen alkol ona yasaklanmış ama eninde sonunda alkol ile hep dost olmuştu... Yıllar boyu her akşamüstü bir keyif anı vardı ve birkaç duble ya cin, ya viski ya da şarap i-çerdi... Ama asla alkolün pençesine gerçek anlamda düşmedi, alkol tedavisi görmedi... O yüzden bu konuda birazcık abartı o-nun canını sıkmadı...
19
Ama Özdemir bey Ankara'daki konumundan dolayı bu tanıtımdan müthiş rahatsız olmuştu ve bu ifade biçimini yargılamaktan yanaydı. Sevgili Belgin bu sıralar hep alttan almış "A-ma Özdemir bu işin satışı böyle. Ne yapsınlar adamlar abartıyorlar" demişti...
Ve belki de ne kadarı yanlış, ne kadarının doğru olduğunun muhakemesini yapmıştı. Sonra da boşvermişti... Hiç kuşkusuz o kocasından daha çok incinmişti, daha çok yaralanmıştı... Ama susmayı yeğliyordu...
Kendi yaşamını satıyordu oysa... Ama onun için o an önemli olan yalnızca paraydı... Ailesi için paraya gereksinmesi vardı ve kocasının bu tür kaprisleriyle, ayrıntılarıyla uğraşacak hali yoktu... Yaşam ona karşı zaten o kadar zalimce davranmıştı ki, öyle ya da böyle anons edilmek umurunda değildi. Ama kocası takım elbiseleri, ceketinin cebinde mendili elinde sigarası salonun içinde öfkeli öfkeli söylenirken, o hep bana göz kırpıyor "Boş-ver sen onu" diyordu...
Ve biz kadın bakışlarımızda buluşurduk onunla... Onun ne kadar çaresiz kalıp da sustuğunu, göz yumduğunu hissettiğimde "Niye?" diye sorar, aklımın almadığı bu davranış biçimine bir yanıt arardım...
"Niye sen değil de o öfkeli? Niye senin gururun değil de o-nun iş çevresi önemli? Niye hep sakinleştirümek istenen sen değilsin de o?" diye sorar ya da bakardım çoğu kez yüzüne...
"Aldırma sen... Boşver... Üstüne gitsen ne olacak ki?
Şinidi diretsen ne olacak ki ne değişecek. Yalnızca üzüleceksin, tansiyonun çıkacak, kalbin sıkışacak. Adam yine çekip gidecek, ben yine yalnız kalacağım. Acılarımı dertlerimi yine tek başıma üstleneceğim. O da zaten borçların kapanmasını en az benim kadar istiyor. Ama herkesin tavrı başka ne yapalım?" derdi.
Haklıydı, herkes onun gibi olamazdı bence...
Dizinin yayınlandığı dönem bence son yirmi sene içindeki
20
en mutlu dönemi oldu sevgili Belgin Doruk'un. O süre içinde yeniden tombul bir anneanne olarak ortaya çıkmaya karar verdi. Sevgili arkadaşlarıyla buluşup sokaklara çıktı ve sevenlerinden gelen telefonlar yüzünden bir telefon daha bağlattı evine. Herkes onunla konuşup dertleşmek istiyor, herkes onun yaşama i-kinci merhabasını çok sevindirici buluyordu. Özellikle orta yaş grubunun biraz üstündekiler bana bile telefon açıp;
"Gençliğimizi bize yeniden yaşattınız. Sağolun" diyorlardı. Ve sevgili Belgin Doruk her konuşmayı, her telefondaki sesi, her mektubu çok ciddiye alıyor ve kimi zaman sevinç gözyaşları içinde konuştuklarını anlatıyordu. Sevildiğini, unutulmadığını hissetmek onu yaşama bir kez daha bağlamıştı. Mutluydu gerçekten çok mutluydu...
Şimdi düşünüyorum da, dizinin istenilen uzunlukta olması i-çin pek çok şeyi kendi kafama göre attım ya da koymadım anılarının içine. Bir kez bile olsun bana "Bircan'cığım keşke şunu da yazsaydık" demedi. Tek dediği şey "Eline sağlık" oldu. Mutlaka mutlaka içinin ezildiği bir şey olmuştu ama bunu bana asla hissettirmedi...
Dizi on gün sürdü gazetede ve o süre içinde promosyon yapmayan gazetenin satışında herhangi bir düşüş olmadı. Yani bu da 80-90 bin tiraj demekti... Adamların kâr edip etmediklerini, bu işten pişmanlık duyup duymadıklarım bile düşündü sevgili Belgin Doruk o parayı aldıktan sonra... Hatta bunu bana defalarca sordu. Ben de defalarca aldığı paranın hiç de öyle çok olmadığını, keşke daha fazlasını isteseydi diye düşündüğümü söyledim... Bir de fotoğraflarının peşine düştü en çok. Onlara yeniden sahip olmak istiyordu... Belki o resimlere baktıkça eski mutlu günler onun gülümsemesine neden oluyordu... Eski anıların hoşluğu sarıyordu tüm vücudunu... "O eski filmleri bile öyle seviyorum ki... Ne çok yaşanmış içten dostluklar var o günlerde kalan ve yalnızca bu filmlerle anımsanan..."
Oysa şimdi evinde bavullar dolusu resimler ve yazılar
21
var...Gazete kupürleri, anılar ve daha neler neler. Öylesine sahipsiz duruyor. Ama hepsi bir süre sonra düzenleyecek ve belki de sinemamıza ilişkin açılacak bir müzede yerini alacak. Sevgili Gül annesinin evine gidemiyor daha. Yüreği o kadar güçlü değil henüz... Özdemir bey ise artık daha çok Ankara'da... Daha rahat oralarda... Zaman zaman o çok meraklı olduğu protokolün içinde olmak, onların toplantılarına katılmak, diziler çekmek o-na anlamlı geliyor...
Ama üzülme Belgin, sen tüm sevenlerinin yüreğindesin, anılardasın.. Allahtan siyah beyaz filmlerinle haftada birkaç kez ekranlardasın... Eğer düşün gerçekleşir de Kültür Bakanlığı ya da sinema kuruluşları Türk Sineması'nı bir müze haline getirirlerse sonsuza dek orada kalacaksın.
TV Teklifi
Gazete dizisinin gördüğü bu ilgiden sonra Belgin Doruk'a "Güzin Abla" tarzı programlar yapması önerildi. Ayda ona göre iyi olarak yorumlanan bir para karşılığı. Önce bu önerilere sıcak baktı. Yaşamla kucaklaşmasından sonra gelen hoşluklardı bunlar. Ancak sonra sağlığım bu konuda yetersiz gördü ve vazgeçti bu işten. "Yapamayacağım. Kendimi bu kadar güçlü hissetmiyorum. Haftada bir gün olsa dahi bu strese dayanamam" dedi...
Ama bu arada Özdemir Birsel sevgili Belgin'in program başlıklarını bile hazırlamış, onları karısına dikte etmeye çalışıyordu... Çünkü ona göre bu işte iyi para vardı ve Belgin bunu yapmalıydı. Hiç kuşkusuz onu yaşama bağlayacağına da inanıyordu paranın yanısıra. Yapımcılığını da üstleneceği bu program için heyecanlıydı. Oysa Belgin Doruk Özdemir Birsel'in yapımcılığına çok sıcak bakmıyor, onu buna söyleyemiyor ve ayrıca bir stres daha yaşıyordu... Bunları kocasına asla söylemedi. Asla buna cesaret edemedi... Ama kendisini çok sıkı sarıp sarmalamayan bu işten vazgeçmeyi başardı. Ve derin bir soluk
22
aldı... Ama hep bir yandan "keşke kabul etseydim de o parayla tüm borç işini halletse miydim?" diye bir ikircilik yaşadı...
Belgin, hayatının TV dizisi ohnasım istiyordu... Bunun için yönetmen Yusuf Kurçenli ile birtakım temaslar kuruldu ama sonuç alınamadı ne yazık ki sağlığı sırasında...
"Beni Aydan Şener oynar... Ya da başka bir yol bulunur. Örneğin, yeni yeni yarışmalar açılır bir kez daha Belginler, Ayhanlar, Sadriler bulunur. O dönem sinemasıyla, politikasıyla, ekonomisiyle gündeme gelir... Ve ben de son karelerde görülürüm... Belki Sadricik de ayağa kalkar o da oynar... Ama Ayhan'ı ne yapacağız? Ah bu hayat ne kadar acımasız ve zalim değil mi? O güzelim adam, hepimizden çok yaşayacağına inandığım adam hepimizden önce küt diye göç etti gitti... Onun ölüm anına inanamıyorum. Oysa hepimizin ne güzel bir arkadaşlığı vardı bilemezsin. Eşleriyle gerçekten aile dostluğu vardı aramızda... Her yılbaşı gecesi çoğunlukla bizim evde buluşurduk... Onun yanısıra hafta sonu geziler, balolar, partiler hep birlikte yaşadığımız güzelliklerdi, hoşluklardı. Hepimiz kardeş gibiydik. Hepimizin derdi birimizin derdi gibiydi... Ama şimdi birbirimizden yine de ne çok sakladığımız şey varmış onu görüyorum...
Sadri Gülsen'e neden kızmıştı biliyorsun değil mi? Ayhan ö-îümcül yatakta yatarken Gülsen Avrupa gezisini bölüp istanbul'a dönmüş ve ilk işi Ayhan'a;
"Kalk lan... Artistlik yapma... Domuz gibi iki gün sonra ayağa dikilirsin" demesine tanık olmuş.. Belki kocasına güç vermek için söylemişti Gülsen bunları ama, insanlar böyle anlarda olağanüstü duyarlı oluyorlar biliyorsun... Hep bu dizi hikâyesinde Ayhan var gözümün önünde... Çünkü yaşam boyu onunla benzeri kaderi paylaştık. Daha ilk günden itibaren hep sıkı dost olduk... Konuşmadan anlaştık, aynı şeylere gülüp, aynı şeylere üzüldük. Bunlar tümüyle arkadaşlıktı. Öyle sanıldığı gibi ya da bana sık sık sorulduğu gibi aramızda asla bir duygusal yakınlığımız olmadı. Biz gerçekten kardeş gibiydik... Bu kitap ve dizi
23
benzeşmesi olursa tuhaf bir kader cilvesi olabilir bu..."
Sevgili Belgin Doruk'un düşü belki şimdi gerçekleşir ve diziden gelen paralar bu kez kızma ve oğluna yarar... Eğer ötedeki dünya varsa ve oradakiler buralardan haberdar olurlarsa Belgin büyük bir mutluluk yaşar. Çünkü sinemamızın hüzünlü Küçük Hanımefendisi parayı bu kez böyle kullanmak istiyordu.
Ve sanıyorum ki Özdemir Birsel'in buna diyecek en ufak bir sözü yoktu. Olmayacak da... Artık Belgin'in anılan, onunla birlikte yaşadıkları yetecek ona... Ve yaşamını bu kez daha çok Ankara'da sürdürmeye devam edecek... Ve artık herkesin bildiği sevgilisi ile daha rahat başbaşa kalıp, ona daha geniş zamanlar ayıracak... Artık saklamayacak bir başka kadının varlığını... Ve hep kendini "sürekli kriz geçiren bir kadınla yaşamak nasıl bir duygu siz bilir misiniz?" diye savunmaya geçecek... Ama bu ülke onu affedecek mi? Sevgili Küçük Hanımefendilerinin bu al-datılışım affedecekler mi?
Çok mu güzel ikinci kadın sevgili Özdemir Birsel? Belgin'e yıllarım, yaşamını sana adamış bir kadına acı çektirecek kadar önemli mi yani?
Elbette gün gelip, zaman geçtiğinde bunlar artık unutulacak;
Ama nasıl?
Ama hangi yürek ile?
Bu onun bileceği bir şey... Ama yaşamı boyunca Belgin Do-ruk'un eşi diye anılacak yine de... Kimileri ona hak verecek kimileri asla hoşgörülü olamayacak ona karşı...
Artık Yalnızca Anılarda Var...
Şimdi artık yalnızca anılarda var Belgin Doruk... Ve ben vicdanımla başbaşayım... O zaman onun yazmak istemediği pek-çok şey var konuştuğumuz... Onları onun anısına saygı gösterip yazmayacağım belki de... Ama bir yandan da yüreğimdeki ikir-cilikten sözetmeyelim diye düşünüyorum;
Herkes Belgin Doruk'u çok düz bir insan olarak düşünüyor... Fazla kilolarından dolayı ruhsal bunalım geçirip de evine kapanan bir kontes... Duyarlılığı, duygulan pek çok kimse tarafından yeterince önemsenmiyor, bilinmiyor ve en çok da buna ü-zülüyorum... O yüzden biraz da kendi duygulanım, onunla yaşadıklarımı yazmak istedim onun anısına asla saygısızlık etmeden...
Çünkü Belgin Doruk yalnızca lüks içinde yaşayıp Hollywood kaprisleri yapan menopoz dönemini tam olarak üstünden a-tamamış bir artist eskisi değil...
O gerçek bir ana, acı çekmiş bir eş ve vefakâr bir kadın... Yüreği yaralı, yaşamın iki yüzünü de iliklerine kadar yaşamış bir kadın...
İşte Aşkı Arayış Öyküsü
Faruk Kenç ile 18, 19 yaşlanndayken evlenmişti Belgin Doruk... Ama onunla yaşadığı güzellikler ne yazık ki bir sene kadar sürmüştü. Sonra birdenbire kendini para kazanmak zorunda olan bir makine gibi görmeye başlamıştı. Bazen de eşi tarafından bilgisiz görgüsüz bir genç kız muamelesine layık görülüyor, bu konuda kendini hep öğretmeni karşısında sınavda bir genç kız gibi görüyor, sürekli kontrol altında tutulmaktan dolayı bu-nalıyordu.
îşte böyle zamanlarda canı gidip annesinin dizinde ağlamak istiyordu... Babasını çok özlüyordu ama yapamıyordu. Çünkü bu evliliğe kendi koşarak gitmişti... Dert yanacak hali yoktu.
Bu evliliği zaten kitabın ikinci bölümünde Belgin Doruk'un kendi ağzından okuyacaksınız. Ben yazmadıklanmıza ilişkin ilginç notları buradan size vermek istiyorum;
"Aman adamcağız yaşıyor, kızımın babası ve ona saygı duyuyorum. Ne olur onu incitecek bir şey yazmalıyım olur mu canım? Ben ondan çok gençtim ve aramızdaki yaş farkı bir süre
24
25
sonra ortaya çıktı elbette... Onun sunduğu renkli hayat muhteşemdi ama bir süre sonra bunun faturasını ödeyemez hale gelmiştik... At sırtında geziler, hafta sonu orman piknikleri, ateşler, şaraplar, yemekler... Bir giydiğini bir daha giymemeler, evde verilen balolar, yılbaşı geceleri her şey çok hoştu da ben para kazanmaktan bunun tadını alamaz hale gelmiştim. Yaptığım tek şey para kazanmak, yazlığın, kışlığın, evin, çalışanların giderlerini karşılayabilmekti... Kocamla kan koca ilişkisini bile yaşayamaz olmuştuk. Ama dediğim gibi kimselere şikayet edecek, dert yanacak halim yoktu perişandım...Ama ben yaşama ilişkin ne varsa ondan öğrendim. Onu halen saygı ve sevgiyle anıyorum. Bazen onun gönderdiği koltuğa oturduğumda, gençlik günlerime geri dönüp o günleri özlüyorum. Keşke o kadar genç ve deneyimsiz olmasaydım diyorum... Belki biraz daha olgun olsaydım ya da o anlayışlı belki başka yaşam olurdu önümüzdeki... Ama olmadı ve Gülcük üç yaşlarında bu ayrılığın acısını yaşadı. Hafta sonlan babasında, hafta içinde bizimle oturdu. O anlan bile Gül ile yeterince paylaşamadım. Evindeyken yatılı o-kul yaşamı, annesizlik, babasızlık çekmesini engelleyemedim. Gül bunlardan çok yakınmadı ama ben hep için için üzüldüm..."
Kızı sevgili ve biricik kızı Gül doğduğu andan itibaren onun hayattaki en yakım oldu. Yaşama onu bağlayan en önemli etken... Ona yeterince annelik yapamadığını hep içi ezilerek ve hatta bu eziklik ses tonuna yansıyarak anlatırdı;
"Bir insanın bebeğini bile doğru dürüst emzirmeden işe gitmesi nasıl bir duygu bilemezsin... Hep ona sanlmak, onunla beraber olmak durmadan öpmek istiyordum. Ama ben hep gitmek zorundaydım. Sabahın erken saatinden gece yanlarına kadar. Ben evden giderken ona bakan arap bacım Fattuma'yı, annemi dadıları kıskanıyordum. Onlar sıcacık evde Gül ile kalıyorlar, ben gidiyorum diye... İki saatlik çekim aralannda bile koşturarak eve geliyor, bilinçsizce kızımı öpüp kokluyor sonra yine sete dönüyordum... Ama Faruk Bey (Ondan çoğu kez bey diye sö-
26
zed erdi) bu konuda çok acımasızdı. Çocuğun şımartılmasına, öyle durduk yere kucağa alınıp öpülüp koklanmasına karşıydı... Hatta doktorunun sözünü tutup, bütün gece çocuğu ağlatır, beni de yanına yollamazdı. Niye böyle bir işkenceye izin verdiğimi halen anlamıyorum. Şimdi bile ne zaman bir çocuk ağlama sesi duysam için burkuluyor ve kızım Gülüm ağlıyor sanıyorum... Gülü bir paket gibi anneme bırakıp ya da annemi bana çağınp i-şe gittiğimde kızımı çok özlerdim. Set aralannda eve gidip onu emzirmek, ona sanlmak altını temizlemek isterdim. Onun o bebek kokusunu, mama kokusunu, hatta kakalı bezini bile değiştirmeyi özlüyordum.
Annem olmam fizik olarak gerçekleşmişti ama duygu olarak bu benden çalınan bir şeydi... Ve ben yıllarca bu çalınan bebeği, duyguyu aradım... Şimdi o yıllara geri dönüp baktığımda hep bu eksik yaşanan duyguların beni bu çıkmazlara sürüklediğini hissediyorum, insanlar sahip oldukları değerleri, duygulan sonuna kadar yaşamalılar bence. Sen de yaşa anneliğini, kadınlığını, yazı yazma isteğini. Bunu çevremdeki herkese söylüyorum insanın duygulannı görmezden gelmesi en tehlikeli oyun, en etkili çöküş yolu bence...
Kızımla birlikte olduğum o küçük anlarda gerçekten çok mutluydum ve Faruk Bey de bunun farkındaydı. Hatta o kadar farkındaydı ki, Fransız mürebbiye ciddiyetinde bu zaafımı fazla bulduğunu söylerdi bana ve işimi kızım yüzünden aksatmama asla izin vermezdi... Ama yaşama ilişkin ne kadar önemli şey varsa hepsini bir baba, bir öğretmen edasıyla bana öğretti. O, My Fair Lady filmindeki mister Hegins'ti benim için... Hoş, yakışıklı, görgülü, seçkin tam bir beyefendi... Şimdi bile o kadar kibar ve hoş ki...Zaman zaman onu bir dost, bir ağabey gibi özlüyorum. Onu kırmış olmanın, üzmüş olmanın acısını yüreğimde hissediyorum ve bazı şeyler için ona hak veriyorum...
Belgin Doruk sevmek, sevilmek için yanıp tutuşan bir kadındı edindiğim izlenime göre... Yani hepimizin hayalindeki eş,
27
sevgili onun da hayalinde gerine gerine oturuyordu ve o ne yazık ki ne birinci, ne de ikinci evliliğinde bu hayalini gerçekleştirememişti... Sözcük mözcük aynı olmasa da duygu olarak izlenimini çektiği duygu şuydu;
"Ben kocamın yani Özdemir'in elinden tutup da şöyle bir sokaklarda dolaşamadım. Arada daima bir engel vardı... Bu zaman zaman ünlü olmamdan kaynaklanan bir engel gibi görünse de benden duygu olarak daha çoğunu alıp çalan bir şeydi... Düşünsene bir sevgili gibi yaşamak istiyorsun böyle bir şey olamıyor. Filmlerde romantizmin, aşkın had safhasını oynuyorsun e-ve geldiğinde kendini sıradan bir ilişki içinde buluyorsun. Sıradan bile değil, kendini işine adamış bir eşin oluyor... Adam senden çok işiyle ilgili. Yan odada olsa da ruhu, aklı hep çok uzaklarda gibi görünüyor... Bazen bir kadını mı yoksa işini mi ondan kıskanıyorum diye derin düşüncelere dalıyordum... Aslında ikisini de kıskandığımı biliyor, ancak yüzüne vurmuyor, bunu bilinçaltımda saklı tutmaya çalışıyordum..."
Aşkı gerçek yaşamda kim filmlerdeki gibi yaşıyor ki, o yaşasın diye düşünemedim onunla beraber olduğumuz süre içinde. Aşkı yaşayan yaşıyor çünkü gerçek anlamda... Hele hele özel bir kadın olunca aşk denen bu duyguyu iliklerine kadar tanımla-yabiliyorsa... İşte yine Belgin Doruk'un ağzından kendi ifadesi ile aşka dair söyledikleri;
"Hayır hayır senin dediğin anlamda aşkı yaşadığımı söyleyemem... Yani aşk öyle bir şey ki saman alevi gibi oluyor çakıyor, yangın gibi sarıveriyor insanı ve etkiliyor çevresini... O i-letişim, o elektriklenme çok çok önemli elbette. Yaşarken de çok güzel duygular. Ama ya ondan sonrası... Bence önemli o-lan ondan sonrası alışkanlık oluyor, arkadaşlık çok çok daha fazla önem kazanıyor. Yani kafa, fikir anlaşması, zevk uyumu, frekans tutması sevgili Sadri'nin dediği gibi aynı plağı çalmaları çok önemli. Yani insan otuz sene beraber ve mutlu yaşayabilir ama bu kadar sene sonra aşkta ne kıvılcım, ne de heyecan
28
kalıyor. Ama bunları bitiren şeyler o kadar çok ki. Beraber konsere, sinemaya, tiyatroya gitmek, dışarıda yemek yemek, a-lışveriş yapmak, pazara gitmek birlikte kahvaltı etmek, aynı haberden etkilenmek, sırtını ovmak, yakınacağın, dertleşeceğin ilk kişi olarak onu görmek bile çok önemli duygular bence. Ve biliyorsun değil mi ki ben bunları hiç yaşayamadım ama hep özledim...
Eğer aşk çarpıntısı bittiğinde arkadaşlık da kurulmadıysa aynı evde yaşayan iki ayrı insan oluyorsunuz artık. Kalp çarpıntısından daha önemli inan bana. Daha gençsin, ileride ne demek istediğimi yaşayarak göreceksin. Umarım sen benim yalnızlığımı yaşamazsın. En beteri bu yalnızlık. Ben hep yapayalnız hissettim kendimi. Bu evde, bu kale içinde kendi hapishanemde yalnız yaşadım. Bu kolay bir duygu değil... Aradığın, istediğin, paylaşmak için zorlandığın dönemlerde kocam yanımda yoktu. Bazı şeyler yalnızca eşle paylaşılır... Benim sevgili çocuklarım, annem, kardeşim, arkadaşım var... Ama onlar yetmiyor biliyorsun değil mi? Ama ben hep içime atmakla yine kendimle paylaşmakla geçirdim zamanımın çoğunu ve bunlar beni sinirli, bunalıma giren bir kadına çevirdi... Sonra da "vah vah Özdemir'e" oldu... Ama insanları üzmemek için bunları anlatmak istemedim çoğu zaman..."
Evi giriş kalındaydı. Yalnız geceler ve gündüzleri çoktu. Hiç gecenin bir yarısı korkmaz mıydı diye merak edip sorduğumda "O kadar alıştım ki bu duyguya korkmuyorum. Korksam ne o-lacak ki? Sevgili Gül çocuklarıyla mı uğraşacak benimle mi? En fazlası ölürüm üç gün sonra nasıl olsa duyulur... însan çaresiz olunca her şeye boyun eğiyor sevgili kızım benim..."
Belgin Doruk'un bu duygu boşluğuna onunla beraber olduğum süre içinde yakından tanık oldum... Çünkü yıllar önce bir intihar girişiminde kocası yan odada kitap okuyordu ya da senaryo yazıyordu... Bir kapı ötede yaşamdan vazgeçmiş bir kadın ve bir kapı çevrimi yakınında kendini işine adamış gibi gö-
29
rünen bir adam. Aklım almamıştı. Nasıl saatler boyu adam gidip de karısına bakmaz, onun bu ruh halini görmez, yaşamdan vazgeçtiğini hissetmez diye... Nasıl yirmi santimlik duvar kalınlığı kilometrelerce uzaklığa dönüşür, birbirine bitişik iki odada iki ayrı dünya kurulur ve yaşanır diye?
insan kuşunu, kedisini bile merak eder, acaba niye sesi çıkmıyor diye?
Peki ya Belgin o kendini bu kadar mı uzak hissediyordu e-şinden... Ona tek bir kelime söyleyemiyor, onunla konuşmayı
30
denemiyordu... Yoksa Özdemir'den o da iyice vaz mı geçmişti? Ya da ona söylemekten ve anlaşılmamaktan yorulmuş, bıkmış mıydı?
Ben bu duygularımı sevgili Belgin Doruk'a söylediğimde o yine de; "Kendini işine çok vermişti ve ben de büyük bir boşluktaydım" diye Özdemir Birsel'i savunmaya geçmişti... Beş yıllık dostluğumuz süresince en fazla üç kez konuştuğumuz bu intihar olayını anlatırken tansiyonu çıkmış, su içmiş, yüzünü ter basmıştı... Bir kez daha bu olayı yaşamış olmak mı yoksa kurtulmuş olmak mı onu böylesine rahatsız eden şeydi, uzun zaman çözememiştim...
Hep çocuklarını düşünüyordu... Yoksa bana kalsa çoktan başını alır giderdi yaşamdan.
"Çocuklarım için istediğim pek çok şeyi yapamadığımın baskısı beni belli belirsiz üzüyordu... Ama bunu hep bilinçaltına atıyordum... Sonra öyle bir dönem olmuştu ki içime iyice kapanıp bir kaplumbağa gibi kabuğumun altında yaşamaya başladığım bir dönem. Şişmanlığım bu kaçış döneminin en büyük bahanesi olarak ilan edildi... Acaba yalnızlığım mı şişmanlığım mı ön plandaydı bu gerilimde onu şimdi bile net olarak ayırt edemiyorum... Bu dönemde bütün dostlarımdan yavaş yavaş uzaklaştım. Kimselerle görüşmek istemiyordum. Ve müthiş bir ekonomik sıkıntıdaydık... Öyle böyle değil ciddi bir sıkıntıdaydık.
Faruk Bey ile ilk evlendiğim dönemde günlük giysilerim Paris'ten gelir, film kostümlerim ise en ünlü terzilere diktirilirdi. Yüzlerce ayakkabım, şapkam vardı. Oysa bu dönemde değil istediğim ayakkabıyı almak, istediğim yemeği yapmak bile neredeyse güçtü... Borç harç içindeydik. Özdemir'in malvarlığı kül olup gitmişti... Elimizde avucumuzda var olan her şeyi borca kapatıyorduk. Benim kendi adıma kenara atılmış beş kuruş param yoktu... Yani sırça sarayda yaşayan kraliçe kimliği tamamen yanlıştı. Ama insanların bizi gerçek halimizle bilmesinden-se, böyle değerlendirmeleri o sıralar beni rahatsız etmiyordu.
31
Bu bana yapılan ilk haksızlık değildi ki...
Gerçekten zor ve bunalım dolu günlerdi... Kısa sürede böyle bir düşüş ve en önemlisi bunu kimseye belli etmeme çabası. Para asla önemli değildi benim yaşamımda ama varlığına, harcamaya alıştıktan sonra yok yere yokluğunu çekmek, bazı insanlar tarafından enayi yerine konulduğunu bildiğin halde bunu söyle-yememek müthiş stresli bir şey... Dostlarıma ziyafet veremiyor, yemeğe çağıramıyordum. Onların gezi önerilerini hep geri çeviriyor, hiç yoktan onları dışlıyordum ve bu benim için inanılmaz bir acı idi... Paran olmadığını çok yakınına bile söylemek zor.,. Bunu bilmeni, yaşamanı istemem. Onlar benim niçin bu kadar uzaklaştığımı, soğuklaştığımı araştıra dursunlar ben derin acılar içinde ağlayıp duruyordum. Gözyaşlarını da en çok yine beni boğuyordu... Çünkü Özdemir dilediği zaman yok olup gidiyordu...
Özdemir'in Ankara'ya gidip gelmeleri, şimdilerde dost olduğum bu yalnızlık çok zordu benim için... Özellikle Lape'den sonra böyle bir dönem yaşamam belki olayı daha da vahim hale getiriyordu benim için. Oysa bu dönem tam bir nekahat devresi olmalıydı benim için. Yani asla huzursuzluk, yokluk çekmemeliydim. Asla yalnız kalmamalıydım ve üzülmemeliydim. Yani el üstünde tutulmalıydım. Bir bebek gibi bana özen gösterilmeliydi... Ama nerde? İşte içinde bulunduğum bu durum bana sık sık ölümü düşündürür hale getirmişti. Tek kurtuluşun ölüm olduğuna inandığım pek çok an oldu.
İşte böyle bir gece vakti birden bire ölmek istediğimi bir kez daha hissettim. Çünkü benim için tek kurtuluşun bu olacağına i-lişkin bir duygu bir süredir bir soluk gibi vücudumda dolaşıyordu... Ormanın içinde bir evde oturuyorduk. O gece yağmur yağıyordu. Özdemir yine tüm işkolikliği üstünde çalışma odasındaydı. Yani ya Ankara'da, ya da çalışma odasındaydı adam... Asla yanımda değildi. Zorunlu anlar dışında elbette... Birdenbire dünyada artık beni enterese eden, benim yaşamımı gerektire-
32
çek hiçbir şey kalmadığımı hissettim... Tuhaf bir ruh hali elbette. Sağlıklı olduğu söylenemez. Ama beni oraya getiren koşullar çok önemliydi. Belki yağmurunun o büyüleyici sesi, belki Bach'ın müziği, ortam baria cesaret verdi ve aldım elime bir kâğıt kalem "Beni affedin. Yaşamak istemiyorum. Ben artık bu yaşamın yükünü kaldıramıyorum" diye yazdım... Sonra da bir kutu hapı yutarak kendimden geçtiğimi anımsıyorum...
Allahtan Özdemir beni vaktinde bulmuş, Gül'lere haber vermiş onlar da bir ambulansla beni hastaneye kaldırmışlar. Şimdi düşünüyorum da niye Gül'e haber vermeden, ona duyurmadan, ona o acıyı çektirmeden direkt olarak kendi götürmedi hastaneye. Sorumluluksa kocamsın. Bunu yapabilirsin... Ama hayır o daima benim her sorunuma kızımı ortak etti... Beni tek başına yüklenemedi. Bu ne acı bir duygu değil mi?
Doktorlar uzun süre, damarımı bulamamışlar iğne yapmak ve serum vermek için, ayak bileğimden yapmışlar müdahaleyi... Kurtulduğumu hissettiğim an inan bana ne sevindim ne de üzüldüm... Demek ki çekilecek çilelerim varmış, yaşayacağım güzelliklerin yanısıra...
Bir daha intihan düşünür müyüm diye sorma sakın bana... Buna ne yanıt versem gerçek anlamda duygularımı yansıta-.mam. Kimi zaman ölmüş olmayı gerçekten çok istedim. Kimi zaman da yaşıyor olduğuma şükrettim... Düşünsene ölseydim güzel Gülümün, güzel Deniz'ini göremezdim. Yaramaz bızdığımı tanıyamaz, anılarımı yazamazdım... Ama ölseydim belki çektiğim pek çok şeyi çekmezdim. O yüzden lütfen sorma... İnsan hali hiç belli olmaz... Bir bakarsın günün birinde bir kez daha en doğru sonucun ölüm olduğunu düşünürüm... (Bence o kurtuluş yolunun ölüm olduğundan asla vazgeçmedi... Ölümü hep özledi ve çoğu kez tek çare olarak gördü... Ama vazgeçmediği bir ailesi vardı onu düşündüren... Ama onun bir kez daha intihara kalkışacağı düşüncesi beni hiç bırakmadı. Ölümünü öğrendiğim an aklıma gelen ilk bu oldu. Yine de bir şeylere üzü-
33
lüp sinirlendiğini, uyku ilacı alıp yattığını ve ölümü kucakladığını düşünüyorum. Umutların bir kez daha tükendiğini, kitap sevincini bile unutturduğunu...) Ama beni içine düştüğüm bu boşluktan kitaplar kurtardı. Gözlerimden yaşlar gelinceye kadar, gözlerim uykudan kapanıncaya ve bozuluncaya kadar durmadan okudum okudum ve böylece o büyük boşluktan kurtuldum..."
Para Belgin Doruk'un yaşamında hiçbir zaman hırs ve amaç olmadı. Yalnızca yaşamını sürdürmek için bir araçtı ve kazanmak zorundaydı yaşadığı süre içinde... Bazen parmağındaki yüzüğünü çıkartıp verdi sevdiği birine, bazen de duvardaki tablosunu çıkarttı armağan etti... Elindeki son kuruşuna kadar eğer ihtiyacınız olduğunu biliyorsa size vermeye hazırdı... iyi yürekli güzel yüzlü Belgin... O yüzden belki de en çok hep genç kızlık günlerini, kız kardeşi Oya ile Ankara'da o küçük köyde oturup çimenlerinde yuvarlandıkları, dertsiz, tasasız günlerini özlü-yordu. Sevgili babası Hasan Doruk'un verdiği güveni ve rahatı yaşamı boyunca bir kez daha duyamadı sevgili Belgin Doruk... Hep babasını özledi... Hep onu kucaklamak ona derdini anlatmak istedi...
Oysa o dönem ve öncesinde Belgin Doruk eşi adına para kazanıyordu ve bireysel olarak tek bir yatırımı bile yoktu.
Niye kendisi için en ufak bir yatırım bile yapmadığını sorduğumda "Ah siz yeni ve genç kadınlar... Karı koca birliği diye bir şey var kızım. Ne kazanıyorsak beraber paylaşıyoruz. Öyle ayrımız gayrimiz yoktu bizim. Hem o zamanlar Özdemir'in durumu çok çok iyiydi. O ve ailesi çok varlıklıydılar. Aşiyan'da evler, Aydm'da çiftlikler, Beyoğlu'nda sinemalar (Alkazar). Sonradan bozuldu işimiz ve Özdemir'in işine olan düşkünlüğü işkolikliğe dönüştü... Pek çok mücevherim vardı o zamanlar. Daha sonra bunlar çalındı. (Belki de satıldı. Ama bunu bana bile söylemedi. Çok hüzünlendiğinde o dönemi yaşamış olmayı
34
reddediyor ya da olması gerektiği şekliyle anlatmaya çalışıyordu... Özdemir Birsel'in ağabeyi ve karısının safahat içinde belki de onların hakkı olan parayı yediklerini düşündüğü halde bunu yüzlerine vurmayı hiç düşünmediğini zaman zaman kıyısından köşesinden anlatmaya çalıştı... Belgincik sıkıntıların altında ezilip gidiyordu. Ama garip bir şey ki ne o ne de eşi Özdemir bir kez bile onlara hesap sormadılar... Ama bu onların dünya görüşü... Öteki duyarsızlık ve haksızlık belki de ötekilerin yaşam biçimi...) Ama inan bana bu para pul meselesi birey olarak beni çok etkilemiyor ama yaşam içinde gerekiyorsa, anılarını bile satacak hale geliyorsun... Elbette salt para için yapmadım bu işi. Eğer öyle olduğunu söylersem o zaman yalan olur, yanlış olur... Ama para önemli bir noktada. Ancak yaşamımın kitap olması benim için en büyük mutluluk..." demişti...
Ve bu kadın belki de fazla çalışmanın getirdiği bir depresyon içindeydi ve bu kadın özlemim duyduğu, doya doya yaşayacağını umut ettiği aşkı yaşayamadığı, yalnız kaldığı için bu bunalımın eşiğindeydi. Bu kadın hayatını Özdemir Birsel'e adamış gibi görünüyordu ve ondan istediği yalnızca aşktı, şefkatti, ilgiydi. Oysa kocası ile arasında yarım metrelik bir duvar varken intihar ediyordu... Onunla yaşanu, dertlerini, sorunlarını payla-şamıyordu. Aralarında okyanuslar, kıtalar vardı sanki... Aralarında milyarlarca kilometrelik bir uzaklık gibiydi o yarım metre... Demek ki hiç konuşmuyor, bir yerlerde buluşmuyorlardı... Ne acı aynı evi paylaşan ama birbirlerini görmeyen, hissetmeyen iki yabancı gibiydiler onlar... Çünkü bu intihar fikri anında ortaya çıkmamış ve uzun bir süreden sonra gerçekleştirilmişti Belgin Doruk tarafından...
Allahtan o gece çok iş işten geçmeden uykusu geldi Özdemir Beyin ve yatağa geldi... Allahtan farketti büyük bir aşk duyarak evlendiği karısının intihar ettiğini ve Allahtan onu hastaneye yetiştirme konusunda fazla geç kalmadılar...
35
Aslında hep "Acaba o zaman mı ölseydim?" diye düşünürdü Belgin Doruk... O zaman ölmesinin kimi zaman çok daha iyi olduğunu hayal ederdi. Hiç olmazsa sevgili kızı Gül'ü ve damadını daha az zaman üzmüş olacağını düşünürdü... Çünkü hayatta en çok üzüldüğü şey Gül'e yük olmak, onun kafasında soru işareti olmak düşüncesiydi... Kızını ve torunlarını her şeyden daha çok severdi sevgili Belgin Doruk... Ve tüm hayali onlarla yapacağı bir mavi deniz turu idi...
"Şu Gül'e içim parçalanıyor vallahi. Yazık hep benim endişem ile yaşıyor, her derdimi paylaşıyor. Sanki o benim annem, sanki ben onun kızıyım... Öylesine meraklı bana. Sırf o üzülmesin diye ölmek istemiyorum ya da sırf o kurtulsun böyle bir yükten diye ölmek istiyorum" derdi...
Ekrem Bora'nın muzurluğunu seviyordu Belgin Doruk. Son günlere kadar arkadaşlıkları hep sürdü ve Ekrem Bora bu güzel dostunun tabutunu kimseye yer vermeden omuzunda taşıdı.
36
Bence Gül yaşadı ve yaşıyor en çok senin acını sevgili Belgin Doruk. Onu senin cenazende görecektin. O sana bir türlü u-laşamıyor olmasının acısını, stresini görecektin...
Beyaz çiçeklerle örtülü o tahta kutunun altında yatan seni düşündükçe akan gözyaşlarını, Deniz'in o mavi gözlerinden sana akan acı yaşı görseydin...
Sen önde biz arkada mezarlığa giderken gözlerinin içine düştüğü o kocaman boşluğu görecektin...
Yine en çok o yandı bence, yine en çok o yaralandı yine en çok o yalnız kaldı... Biliyorsun değil mi o güzel Deniz sana tek bir gonca gül getirdi son kez uğurlamaya geldiğinde. Ben yere dökülen çiçekleri toplarken seni yalnızca filmlerinden tanıyan onbeş, onaltı yaşındaki gençler; "O bizim de annemizdi, o bizim de canımızdı, o bizim de teyzemizdi" deyip gözyaşı döktüler...
Kızının kolunda ta Bolu'dan kalkıp gelen ihtiyar teyzenin gözyaşlarını görecektin...
Onlar inan ki timsah gözyaşları değildi. Gerçekti... Sana çiçek atan kucağında bebesi ile ağlayan güzel gelinin gözlerindeki özlem inan ki olağanüstü bir duyguydu...
Çocuklardan biri "Niye onu toprağa değil de hemen bu taşın altına gömüyorlar? Sordular mı sanki böylesini istiyor muydu? illaki bu akrabaların yanında mı olmak istiyordu? diye isyan et-
Ona katılmamak olası mı güzel Belgin?
Senin duan edilirken sevgili Çolphi (Çolphan ilhan'dan hep böyle sözederdi) gözyaşlarına boğuldu... O çok sevdiğin Ekrem Bora dostun yine mağrur ve vakurdu seni taşırken omzunda ve gözyaşı akarken yanaklarının çizgileri arasında o seninle başka bir dünyada konuşuyor gibiydi... Belki de bir filmde seni kucağına almış, kuş gibi uçurmuş, o incecik belini iki eli arasında sarmıştı... Onu ne çok severdin değil mi sevgili arkadaşım benim... Hep onu ne de güler yüzle anlatırdın... Onun muzurlukla-
37
rim abarta abarta bir kez daha hatırlar ve yine gülerdin...
Ne de güzel gülerdin...
Oysa şimdi o, seni omzunda taşıyor ve asla yerini kimseye bırakmıyor ve belki de düşünüyor, buluştuğunuz dost yemeklerinde "Şişman ne haber?" diye sana takıldığı o anı...
Seni hazır bir mezarın içine koydular sevgili Belgin Doruk. Koca bir mermerin altına derince bir yere... Oysa elimde duruyordu gelin çiçeğin başının üzerine koyması için Gül'e vereceğimi düşünerek... Oysa onu aldı Özdemir Birsel ve o taşın üstüne bıraktı... Oysa Gül son bir kez öper gibi toprağının üstüne bırakacaktı o fulyaları, yaseminleri o orkideyi... Sana son bir kez dokunacaktı belki de... Ama Özdemir Birsel belki bilinçli belki bilinçsiz buna izin vermedi... Ve Gül mahsun öylece durdu bir köşede... O an her şey onun dışında gelişiyordu ve o senin sevgili biricik kızın, tek sırdaşın, sevgili dostun olaylara hâkim olamıyor, uzaktan sana bakıyordu yalnızca... Yine uysal uysal, sakin sakin sana bakıyordu...
Hep seni düşündüm o an. Eğer şimdi bizi görüyorsa ne kadar üzülüyordur diye... Belki de "Aman ne şişman kadınmış bu da" diye başkasının yerine iç sesi geçirdiğini hayal ettim... Gülümsedim başım önümde... Sonra bir kez daha gözyaşlarımı sildim belli belirsiz o şakacı ve nükteli yanını bir daha görmeyeceğimi bilerek...
Özdemir Birsel ağlarken acaba sen bunları görsen ne hissedersin diye düşündüm... Çünkü hep yanında olmadığı için üzüldüğün, hayal kırıklığı yaşadığın ve asla vazgeçmediğin, sevdiğin bu koca adamın ağlaması, bayılması, kendinden geçmesi senin yüreğini ne kadar yumuşatabilirdi acaba?
Bunu bana direkt olarak anlatmadı ama, zaman zaman kocasının kendisini aldattığını hissettiğini dolaylı yollardan anlatıp dertlendi Belgin Doruk... O herkesin "Biraz delirmiş" gözüyle baktığı zaman evinde otururken böyle bir duygu da yaşıyordu... Oysa o da biliyordu ki sevgili eşinin Ankara'da beraber bir evi
38
paylaştığı sevgilisi vardı... O artık yalnızca onun erlceği, onun sevgilisi değildi... Ben bile, uzun bir süre bu gerçeğe inanmak istemedim... Bunu sevgili Belgin'e konduramadım ama ah gerçekler o yalın ve kaçınılmaz gerçekler... Stresler, üzüntüler hep böyle üst üste gelip de insanların yüreğini daraltmıyor mu insanların?..
Ama biz kadınlar bu konuda önsezilerimize çok güveniriz ve Belgin Doruk da önsezisi gelişmiş kadınlardan biriydi bana göre... Şaka yollu da olsa;
"Canım bu kadar zaman Ankara'da kalıyor herhalde yalnızlıktan patlamıyördür canı... O yüzden o kadar da merak etmiyorum" derken ya da "Ne yapalım canım. Hissediyorum elbette birtakım şeyler ama fazla yüz göz olmak istemiyorum. Bu koca şişman ve bunalımlı kadından adama fenalık gelmiş olabilir... Hiç aldırmıyorum vallahi. Bu saatten sonra artık bunlar uğraşılacak şeyler değil benim için... Her şeye rağmen ben kocamla bir kez bile elele şu sahilde dolaşamamanın acısını çekeceğim, özlemini duyacağım, sevildiğini hissedememek, bunu yaşaya-mamak çok yaralayıcı bir duygu. Ben bunu yaşayarak zaten yaralandım. Ha aldatılmışım ha aldatılmamışım ne olacak? Kim kimi aldatacak? Kim kimden ne saklayacak?" derdi...
Evet, bir erkek için zor bir kadındı belki de Belgin Doruk... Ama onun istediği yaşamını adadığı, paylaştığı, çocuk doğurduğu erkeğin ilgisi, şefkati ve sıcak dokunuşu, yalnız geceleri paylaşmasıydı... Ama aynı Özdemir Asaf'ın dediği gibi "Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz" diyen Belgin Doruk belki de yalnızlığı doya doya yaşadı...
Ve'bence Özdemir Birsel bu sevgili meselesinin gündeme gelmesi yüzünden bana çok kızacak... Ankara'daki işlerini etkilediğini düşünecek... Ölümden bir gün sonra başsağlığı için arayanları protokol sırasına göre liste yaptığına pişman olacak... Ve o artık Belgin Doruk'un istese de gönlünü alamayacak.
"Sevgili Belgin beni affet..." diyemeyecek...
39
ikinci Bölüm
Belgin'in Ağzından
Dedem Fizan defterdarı Süleyman Asaf tam bir Osmanlı e-fendisi imiş. Fizan'a giden Türklere gösterdiği yakınlık ve iki e-şine olan düşkünlüğü onun en belirgin özellikleriymiş. Anneannem Nefise ve kuması Fatma Hanım altısı kız ikisi oğlan çocuklar, iki arap bacı gül gibi geçinir giderlermiş... ancak Nefise Hanım, ne zaman Süleyman Efendi Fatma Hanım ile yatak odasına girse topladığı fındık farelerini sessizce içeriye salıverir, gecelerini zehredermiş.
Anneannem eşini böyle kıskana dursun, kızı yani teyzem sürgündeki ittihatçılardan Sami Bey'e âşık olmuş. Ancak Süleyman bey kızını vermemek konusunda diretmiş. Araya Fizan mutasarrıfı Celal Bey (Hüsamettin Cindoruk'un dedesi) girmiş, ama nafile. Bunun üzerine Sami Bey Fizanlı bir kızla evlenmiş ve ondan iki çocuğu olmuş. Ancak aklında hep çölün derinliklerinden kaçıp gitmek varmış ve günün birinde bunu gerçekleştirmiş. (Soyadı kanunu çıkınca Atatürk Sami enişteye çölü ilk geçen Türk olduğu için Çölgeçen-soy adını vermiş.) Birinci Meşrutiyetin ilanında Yeşilköy'deki Kupa Otelinde kurulan mecliste yeral-mış. Ancak meclis lağv edilince Sami Bey bu kez Fizan Mutasarrıfı olarak bizimkilerin yanına geri dönmüş. Ve bu kez Nevin teyzeyi Süleyman Bey gönül rızası ile vermiş. Ve adını Feridun koydukları bir oğulları olmuş. Anneannem de kızından dört sene sonra benim annemi dünyaya getirmiş. Annem 6-7 aylıkken italyanlar Trablusgarp'a saldırmışlar. Fizan'la istanbul arasında ilişki kesilince dedem bütün aileyi toplayıp develerle yola koyul-
41
muşlar. Gündüzleri gidiyor, geceleri konaklıyorlarmış. Bütün altınlar ve paralar ise anneannemin yeleğinde imiş. Herhangi bir saldırıya karşı kadın olmanın getirdiği güvenceyi kullanmak niyetindeler herhalde. Böyle develerin sırtındaki seyahatleri iki-üç ay sürmüş. Daha sonra da gemi ile Sicilya'nın güneyindeki Ca-tania'ya gidip oraya yerleşmişler. Çarşaflar içindeki anneannem ve teyzem ile iki arap bacı italyan çocukların eğlencesi olmuş bir süre. Hele Fattuma ile Mabruka'nın (arap bacılar) vitrindeki mankenleri canlı sanmaları, gazoz ile ilk tanışmaları tam bir komedi imiş. Bu Fattuma anneme, bana, kardeşime baktı ve bu yetmiyormuş gibi benim kızım Gül'ü de o büyüttü. Yanık sarkılan ve acılı yemeklerini ölünceye kadar unutacağımı sanmıyorum.
VATANA VARIŞ
Bizimkiler, istanbul'a döndüklerinde kent işgal edilmiş. Süleyman Bey zatürreeden, bir süre sonra anneannem de kalpten ölmüş. Kardeşler dağılmış. Annem de Sami eniştelerle Ankara'da yaşamaya başlamış. Sami eniştenin antikalarla dolu evi bir müze gibi meraklılar tarafından gezilirmiş. Atatürk Cumhurbaşkanı olunca Sami enişte de Ankara mebusu olmuş. Malta'da beraber esir düştüğü yakın arkadaşı Cevat Emre de Çanakkale mebusu olmuş. Cevat amca o sıralar "Muhit" gazetesini de çı-kany örmüş. Atatürk bu iki arkadaşı Türk Dil Kurumu'nün kurulmasında görevlendirmiş. Ve defalarca geceyarılan köşke gidip Ata ile birlikte sabahlara kadar çalışmışlar. Bu arada annem de ismet Paşa Kız Enstitüsüne başlamış. Hocası da ünlü Münir Hayri Egeli. Sami eniştenin ev konuklan ise Recep Peker. Yusuf Akçurdar, Kılıç Ali, Şevket Süreyya. Recep Peker bir gün anneme "Senden inkılap kadını" adlı bir şiir yazmanı istiyorum diyor... Annemin şiirleri o sıralar Varlık ve Çığır gibi dergilerde zaten yayınlanıyormuş.
42
ATATÜRK'E DAİR ANILAR...
Annem ilk balosuna 19 yaşındayken katılmış. Atatürk'ün a-çılış dansını yaptığı bu balo halen annemin en unutamadığı anı-sıdır. Atatürk'ün bir heykele benzeyen haşmetini defalarca anlattı bize.
Yaz aylarında Rumelihisarı'ndaki yalıya taşınırmış aile. Gençler kızlı erkekli arkadaşlığın, dostluğun tadını çıkanrlar-mış. Annem bu bakımdan kendini daima çok şanslı hissettiğini söyler durur... Derken annemin evlilik çağı gelmiş. Kısmetler i-çinden ziraat mühend isi Hasan Doruk Bey'e karar verilmiş. Hasan Bey de babasını Çanakkale Harbi'nde kaybetmiş. Annem ile babamın nikahından sonra, annem en yakın arkadaşı Leman teyze (Ahmet Cevat'm kızı) ile babamın yakın arkadaşı Celal Bey'in evlenmesini sağlamış. Atatürk Leman teyzeye düğünde pırlanta bir yüzük takmış.
Atatürk ile yakınlarımızın anılan bizi çok etkilerdi. Bu eşsiz insanı anlatmalarına doyamazdık. Yine bir 29 Ekim kıyafet balosunda teyzemin yaşadığı bize hâlâ rüya gibi helir. Teyzem bu baloda Sami eniştenin sandığından tümü altınla işlenmiş otantik bir elbise giymiş ve o gecenin en güzel giysisi seçilmiş. Ödül o-larak da Atatürk ile dansetmiş. O anı anlatırken hep heyecanlanır ve "Bayılmamak için dua ediyordum. Yüzüne bakmam mümkün değildi. Yalnızca elini görüyordum... O yumuşacık elini..." derdi. Babam da bir anısını şöyle anlatırdı:
"Ankara'nın yeni yapılandığı dönemdi. Şah Ankara'ya gelmeye karar verdi. Halkevinde ağırlanacaktı. Ancak halkevi tam bir toz toprak içindeydi. Değil ağaç, dikili bir ot bile yoktu. A-tatürk'ün emri ise burayı bir gecede cennete çevirmemizdi. O gece ağaçlan kökleyişimiz, evlerden saksılarla güller taşıyışımız ve orayı cennete çevirişimizi hiç unutmuyorum. Hele Ata'nın üstü açık araba ile yanında Şah'la buraya geldiğindeki yüzündeki o gülümseyişi..."
43
BELGİN İSMİNİN HİKAYESİ
Annem benim doğumumdan birkaç gün önce Sami enişteye gider, isim konusunda sohbet ederler. Eniştem "Belgin" adını koyarsa çok mutlu olacağını söyler. Ve Mecliste temsil ettiği Çankırı'ya gider. Orada katıldığı bir yemekten sonra fenalaşır ve hemen ölür. Atatürk'e olan yakınlığını çekemeyenler tarafından zehirlendiği söylenirdi. Doğruluk derecesini hiç öğrenemedik. Annem bu acı haber üzerine erken doğum yapar ve ben 1936 yılının 28 Haziranında dünyaya gelirim... Ve kulağıma zirvedeki insan demek olan Belgin adı konulur.
Annem ve babam ellerinde Kızılay'ın çocuk bakma kitabı beni öyle büyütmüşler. Ceviz yapraklarını kaynattıkları su ile yıkayıp kemiklerimi geliştirmeye, inşaattan getirdikleri kumlan eleyip onun üstünde çırılçıplak yatıp güneşlenmemi hiç ihmal etmemişler. Bu arada Leman teyzenin de Ulpan adını verdiği bir kızı dünyaya gelir... Yaramaz bir çocuk olduğumu hayal me-yal de olsa hatırlıyorum. Teyzemin parfümlerini tuvalete döktüğümü, duvarları rujlarla boyadığımı üstümü her defasında inanılmaz biçimde kirlettiğimi... Hele bir keresinde babamın benim çamurlu beyaz elbiseme bakıp "Böyle kirletirsen, ben de seni böyle temizlerim" deyip beni kırmızı balçıklı havuza sokup çıkarttığını...
ÇOCUKLUĞUM...
Ben bir buçuk yaşındayken annem yine hamile kalıyor. Babam da Halkalı Ziraat mektebine hoca olarak tayin ediliyor. Yeşilköy'de bahçe içinde iki katlı şirin bir eve taşınıyoruz. Havuzu, çardakaltı gülleri, hanımelileri ile inanılmaz güzellikte bir ev. Kardeşim Oya ile halen bu evin bulunduğu yere gider o günleri yadederiz zaman zaman.
Annemin doğumu yaklaştığında dadımız Fattuma'yı çağırdı-
44
lar yine. Annem kardeşimi nasıl kıskandığımı anlattıkça bu yaşımda olmama rağmen içimi bir karabasan basıyor. Ben Fattu-ma ile birlikte çatı katında yaşamaya başlamışım. Geceleri onun koynunda yatıyor, gündüzleri de eteğinin dibinden aynlmıyor-muşum. Parka gidişlerimizi, yüzlerce kurbağayı seyredişimi hayal meyal hatırlıyorum. Kolumun altına topumu sıkıştırdığım gibi doğru istasyonun oradaki büfeye gider Tika (Çikolata) istiyorum dermişim. Babam oradan alıyor ya ben de onun yaptıklarını yapabileceğimi gösterirmişim. Zaman zaman da faytonların altına girer otururmuşum. En çok da Kirkor'un faytonuna... o da beni tuttuğu gibi eve getirir 'Bu yaramaz yine kaçmış' dermiş...
Dörtbuçuk yaşımdan itibaren her şeyi çok net anımsıyorum. Yazın Yeşilköy'e gelen sirk, ipte ve sırıkların tepesinde yürüyen cambazı nasıl da hayretle izlemiştim. Hiç unutmuyorum. O çocuksu heyecanların tadlan meğer ne kadar başkaymış, ne kadar da güzelmiş.
Annem de o sıralar bir sinema tutkunu. Greta Garbo ve Ginger Rogers hayranı. Arkadaşları ile sık sık sinemaya giderdi. Beş yaşındaydım beni de ilk kez sinemaya götürdü. Shirley Temple'nin 'Mavi Kuş' adlı filmi. Çok hoşuma gitmişti. Ama filmden en çok etkilenen hiç kuşkusuz annem olmuştu. Çünkü daha sonraları kardeşimin ve benim saçlarımı hep lüle lüle yapmıştı... Sevimli ve şirin bir çocuk olduğumu anımsıyorum. En büyük suçum yaptığım tüm yaramazlıkların faturasını melekler kadar uslu olan kızkardeşimin üstüne atmamdı hiç kuşkusuz.
KARARTMA GECELERİ
1939-1940'h yıllar. Hitler Avrupa'yı yakıp yıkıyor. Her an Türkiye'ye saldırmasından korkuluyor. Geceleri lacivert storlar çekiliyor. Karartma geceleri yaşadığınız. Babamı Bulgar hududuna yolluyorlar. Annem ağlıyor. Babam çok üzgün bizi kucak-
45
lıyor ve öpüyor... Savaşın adı bana göre Hitler'di ve o kocaman hain bir devdi. Bizi babamızdan ayırıyordu çünkü. Annemde beni ve kızkardeşimi, Fattuma'yı alıp Balıkesir'e ablasının yanma gitmek üzere yola çıktık. Trenlere, vapurlara indik bindik. Ondan sonra Balıkesir'e vardık. Bir asker bizi teyzemin evine getirdi... Karartma geceleri sürüyordu. Ekmek bulmak zordu. Çay üzüm ile içiliyordu. Babamdan gelen mektupları dinlerken nefesimizi kesiyorduk. Kızkardeşim Oya ise hep avaz avaz ağlardı. Nihayet kış bitip bahar geldiğinde, babamdan evimize dönebileceğimizi müjdeleyen mektubu aldık. Çünkü o da Hadım-köy'e tayin olmuştu. Bir süre sonra da savaş olmayacağı kesinlik kazandı ve tüm aile yeniden bir araya geldik...
Dürüst, namuslu ve çelebi bir adamdı babam. Devletin sunduğu tüm imkanları eliyle bir kenara itip yalnızca maaşı ile yetindi. Gözü asla yükseklerde değildi. Tek amacı bizleri en doğru biçimde yetiştirmekti. Ailesine düşkünlüğü inanılmaz dereceydi.
Nihayet ilkokula başlama zamanım geldi. Babam o sırada Ankara'ya tayin oldu. Bu kez de annemin genç kızlığında oturduğu eve taşındık. Nevin teyze ve Feridun (Çölgeçen) üstkatı-mızda oturuyorlardı. Feridun o sıralar tam bir tiyatro delisiydi, piyeslerde oynuyor, davetiyeler bastırıyor, elinde kâğıtlar avaz avaz rolünü ezberliyordu. Bu işe epey de para yatınyordu. Çünkü antikalarla dolu evlerinde her gün bir eşya yok oluyordu. Hatta çok değerli bir ikona olduğunu sonradan öğrendiğim bir parçayı benim yanımda satmıştı. O sıralar biz de kardeşim Oya ile birlikte Abdülaziz devrinden kalma karyolamızda zıplar dururduk... Şimdiki değerini düşündükçe aklım başımdan gidiyor...
46
Ataköy-Bakırköy sahillerindeki yeni yetişmekte olan bu güzel kızın en büyük sevdası, sinema ve tiyatroydu.
47
Üçüncü Bölüm
Çocukluğumu Seviyorum...
Sonbaharda annemin de okulu olan Mimar Kemal ilkokuluna başladım. Okuldaki tek arkadaşım ise Leman teyzenin kızı Ulpan'dı. Ulpan'ın erkek kardeşi Savaş ve Oya ile birlikte müthiş bir dörtlü oluşturmuştuk. Durmadan koşar, evleri birbirine katardık. O sıralarda Ulpan'ın dedesi Cevat Amca Alice Harikalar Ülkesinde'yi Türkçeleştirmişti... Bize durmadan Alice'i anlatırdı. Bir de sinemaya giderdik. Pinokyo'nun denizde balina ile karşılaşmasına onun ağzının içine girmesine ne kadar heyecanlanmıştık...
Bu sıralarda teyze oğlu Feridun'un da antikaları suyunu çekmeye başlamıştı. En sonunda sıra eve geldi. Biz de bu arada babamın işine yakın olsun diye Keçiören yolu üzerinde Kalaba denilen bir şirin yere taşındık. Ortasından Çubuk çayının aktığı yemyeşil köy gibi bir yerdi. Tavuklar, inekler, taze sütler, ballar, kaymaklar, sıcak yumurtalar, evde yapılmış sucuklar, tahin pekmezler, katkısız bahçede yetişmiş sebzeler... Herşey Oya ve benim için hazırdı.
Babam işine yürüyerek gider gelirdi. Yıllar sonra Şişli'de o-tururken Vilayete de yürüdüğünü anımsıyorum. O yüzden Galata köprüsü yerinden kaldırıldığında çok üzülmüştüm... Sevgili babamın en büyük zevki ise saatlerce bilmece çözmekti. "Hanım, beyin cimnastiği yapıyorum sakın kızma" derdi. Bir de annemin resim yapması için tuvalleri hazırlardı. Ancak o yapılan
49
resimlerle pek ilgilenmez annem buna çok üzülürdü. Babam ile yaptığımız en keyifli işler ise saka kuşu tutup onları kafeste beslemekti. Bu av maceralarımız ise inanılmaz güzellikte olurdu. Ancak babamın bitki isimlerini öğretme konusundaki merakı hepimizi canımızdan bezdirirdi... Annem ise babama sinirlendi mi açardı kafeslerin kapılarını kuşları azad ederdi. Biz de bir dahaki pazar bir daha ava çıkardık.
İLK OPERA İLK TİYATRO
Babam bizi dağ bayır gezdirirken annem de saçlarımızı lüle lüle yapar, kırmızı mantolar diker boynumuzdan kordonla sarkan manşonlar yapardı. Kendi de şapkalar takar, ince topuklu a-yakkabılar giyer şehre iner, Leman teyzelerle sinemaya operaya giderdik. İlk kez operaya 9 yaşımdayken gittik. "Sevil Berbe-ri'nden çok etkilenmiştim. İlk tiyatrom da 'Bizim Şehir'di. A-ma en çok sinemaya gidiyorduk. Schuberth'in hayatı, Chopin... İlk aşkım Chopin di. Hep bir piyanoya sahip olmak istiyordum. Babam ne yazık ki alacak maddi güçte değildi. Ulpan'larm e-vindeki piyanoya gizlice dokunur, Chopin'i hayal ederdim. Orası benim mabedim gibiydi... Bir de Walt Disney'in Fantasya'sı-nı çok severdim. Çaykovsky, Fındıkkıran, Kuğu Gölü, Rüzgar Gibi Geçti... Vivian Leigh'iri canlandırdığı Scarlett'e benzetmeye çalışırdım kendimi gizli gizli. Bu arada Cahide Sonku'nun Yuvamı Yıkamazsın ve Sezer Sezin'in oynadığı 'Vurun Kahpeye' o dönem en çok etkilendiğim filmler oldu.
Annem bizi kültürel anlamda beslerken babam da hesap kitap için peşimizi bırakmazdı. Benim matematikle aram hiç yoktu. Zaten tüm yaşamım boyunca da hesabımı bilemedim. O dönemler cumhurbaşkanı olan ismet Paşa siyah arabası, arkasında motorsikletliler fırtına gibi Keçiören'e giderdi. Yolun kenarında durur onu alkışlardık. Ama bir kere bile arabasını durdurup bizlere selam vermedi, hatırımızı sormadı... Dursa ne o-
50
lurdu sanki? Bir kere hatırımızı sorsa...
Çevremdeki gençlerin gittikleri çaya gitmek için can atıyordum... Nihayet bir gün annem beni götürdü. Orada bir gençle 'Papatya gibisin beyaz ve ince' eşliğinde dans ettim. Boyum yetmiyordu ve ayaklarımın üstünde dik durmaktan canım çıkmıştı. Masaya döndüğümde annem beni tonton bir amcaya 'kızım' diye takdim etti. Bu amca bana 'Büyüyünce ne olacaksın?' diye sorduğunda 'Doktor' demiştim... Bu tontonun Recep Peker olduğunu söyledi annem daha sonra.
YAZ TATİLLERİ
Yaz aylarında İstanbul'a giderdik ve bol bol gezerdik. Annemin arkadaşları, çocukları ve biz bir gün Adalara, bir gün Modaya, Yörükali plajına, Florya'ya... O zamanlar her yer mis gibiydi. Hiç unutmam, dolma börek muhabbetli bir hamam Cefamız bile olmuştu. Ancak bir tek bana bu ceza gibi geldi ve bir daha ayağımı hamamdan içeri atmadım. Leman teyzenin Tuzla'daki evinde ise inanılmaz geceler yaşanırdı. Bir yerde mangallar, şarkılar, türküler... ancak Refik Halit Karay, eşi ve tombul oğlu oldu mu derin derin memleket meseleleri tartışılırdı. Gece sahilde ateş yakıldığında ise Refik Halit belki de içkinin verdiği etki ile ateşin çevresinde dansederdi. Sonra da hamağına uzanır uyurdu.
İki ayın nasıl geçtiğini anlamaz, Ankara'ya döndüğümüzde bu kez annemden gizli Oya ile birlikte Çubuk çayına girerdik. Akşam üstleri annem tuvalini ve piknik yapmak için yiyecekler alır çayın etrafında güzel saatler yaşardık... Solucanlar toplar, onları iğnelerin ucuna takar balık tutmaya çalışırdık. Şu an bile gözümü kapadığımda kendimi Çubuk çayının yanında yonca ve iğde kokuları arasında hissedebiliyorum...
İlkokul dönemimde en çok etkilendiğim şey 10 Kasımlar oldu. Elimizde kasımpatılar okula gider, sonra Etnografya'da A-
51
ta'mn naaşım ziyaret eder gözlerimiz yaşlı eve dönerdik.... Yıllar sonra yine çok acı yaşadığım bir 10 Kasımı anlatmak istiyorum. O gün oğlumu okula ben götürmek istedim. Ruhsal bakımdan iyi olmadığım bir dönemdi. Sabah erkenden kalktım. Sanki çocukluğumu özlemiştim. Çiçekçiye uğrayıp koca bir demet beyaz kasımpatı aldım. Bebek İlkokuluna gittik. Ata'nın bayrağı sanlı büstü yüksek bir yerde duruyordu. İstiklal Marşı okunurken dişlerimi kenetleyerek gözyaşlarımı engellemeye çalıştım. Ufacık çocuklar daha sonra mikrofonun önüne gelip şiirler okumaya başladılar. Sesleri, cılız, güçsüz. Biz mikrofonsuz halimizle öyle bir heyecanla ve yürekten okurduk ki boğaz damarlarımız şişerdi. Birden kendimi kaybettim. Fırladım çocuğu kucağıma alıp 'Bağır yavrum bağır ki sesin duyulsun' dedim. Herkes bir anda şaşırdı.
ÇEHOV'UN ARABACISI
Yolda yürürken yeni nesilde heyecanın, sevginin, Atatürk'e karşı beslenen hislerin eksik olduğunu düşündüm... Sonra da kendi kendimi teselli etmeye çalıştım. Derken yürüye yürüye Arif Paşa korusuna geldiğimi gördüm. 'Ayhan ile Gülsen'e uğrayıp bir kahve içeyim' dedim. Tam onların evi önünde bir at a-rabası duruyordu. Zavallı bitkin, perişan bir at. Ata dokunup o-nu okşadım... Kimbilir belki de kulağına üç beş hoş sözcük söyledim.. Birkaç gün sonra bir gazetede 'Küçükhanım yalnızlığını atlarla paylaşıyor. Küçükhanımın dramı diye bir haber gördüm... Sanırım beni Çehov'un arabacısı ile karıştırmışlardı. Hani o acısını, üzüntüsünü atıyla paylaşmaya çalışan güzel roman kahramanına. Bu haberden sonra moralim iyice bozulmuştu.
Dilerseniz yine geçmişe dönüp kaldığımız yerden devam e-delim;
Artık beşinci sınıf öğrencisiydim. Annem Kıbrıslı bir İngiliz'den bize ders aldırmaya başladı. Ancak bu hocanın telaffuzu
52
çok kötüydü ve ortaokulda hocalarım 'Aman kızım sen bu İngi-lizceyi nereden öğrendin?' diye yarım dille alay ettiler. Çocukluğumda bu gülümsemeler beni etkilemişti...
Ve babam bir kez daha İstanbul'a tayin oldu. Ben okulumu, evimizi bir daha göremeyeceğimi o an hissettim. Gerçekten de bir daha oralara gidemedim. Babam Bakırköy'de bahçesinde mor ağaçlan olan yeşil bir ev tuttu. Kardeşimle şimdilerde Tank Akan'ın sahip olduğu Taş Mektep'e gitmeye başladık. Hemen yanımızdaki evde ise Sim Gültekin oturuyordu. Sım'nın kız-kardeşi Nurten benim en yakın arkadaşım oldu. Sınıftaki, zayıf kısa pantolonlu Ahmet ise yıllar sonra ünlü türkücü Ahmet Sezgin oldu. Sansın, yeşil gözlü, pembe yanaklı ve uzun boylu İnci ise okulun en alımlı kızıydı. Bu güzel kız yıllar sonra İnci Çayırlı olarak ünlendi... Esmer güzeli Ayla ise Ayla Büyükataman olarak sanat dünyamızda adlarını duyurdular.
ANNEM MÜTHİŞ BİR KADIN...
Bakırköy cıvıl cıvıl bir yerdi ancak sayfiye yeri değildi. Annem de. kendi genç kızlığında yaptığı gibi bizim de bisiklete binmemizi, bu zevki yaşamamızı istiyordu. Babamın 'Ne gerek var olmaz' itirazlanna aldırmadan eve yedi dakika uzaklıktaki Yeşilköy'de bir köşkün alt katını kiraladı. Sessiz sakin bir yer. Daha sonraları Fenerin ortasına Çınar Oteli yapıldı. Öteki uca da Deniz Park Oteli. Park yine aynı park. İçinde Röne gazinosu vardı. Denize oradan girerdik. Sonra annem Oya'ya ve bana sırayla bineriz düşüncesi ile bir bisiklet alıp iki saat içinde kullanmasını öğretti. Ancak zavallı Oya çoğu kez sıranın kendisine gelmesini boşuna bekledi. Denize girdik mi de saatlerce çıkmaz, gözden kayboluncaya kadar açılırdık... Çok güzel günlerdi.
Annem müthiş bir kadındı halen de öyle. Bize bildiği bilmek istediği her şeyi öğretmeye çalıştı. Annemin bir özelliği de ar-
53
kadaşlanmız arasında kız erkek ayırımı yapmamasıydı. Amacı erkekleri de yakından tanımamızı iyisini kötüsünü, pisini, temizini, sağlam karakterlisini ayırt etmemizi sağlamaktı, istediği sonuçta doğru birini seçmemizdi. Kızını eve kilitleyen annelere hiç benzemiyordu. Böyle yetişen pekçok arkadaşım önüne çıkan ilk erkeğe âşık oldu ve sonuçta hep acı yaşadılar. Gerçi benim de yaşadığım acı oldu ilk evliliğimin sonunda ama benim durumum biraz daha farklıydı. Çok daha başka bir dünyanın i-çinde gelişmişti olaylar.
Şimdi bile o günlere baktıkça anneme hak veriyorum. Hararetle yanaklarından ellerinden öpüp 'Helal olsun sana Rafet. Ne cesur ne ilerici kadınmışsın' diye. Çünkü bizler onun sayesinde modern bir dünyanın güzelliğinin farkına vardık, ucuz insan, i-lişkilerine malzeme olmadık...
1950 yılında 14 yaşımın tüm coşkusunu yaşıyordum. Bisikletle Yeşilköy'ün altını üstüne getiriyor, hava kararmaya başladığında eve dönerken, annemin sarımsak soslu patlıcan kızartmasını... Ve radyodaki fasıla eşlik etmenin hayalini kuruyordum. Darvaş'ı Çınar Otelinde değil otelin bahçesinde çimenlerin üstünde oturarak dinlerdik. Nat King Cole ise hep dilimiz-deydi. O sıralar Ayten Alpman adında genç bir kız gündüzleri kırmızı şortuyla bisiklete biner geceleri şarkı söylerdi. Erdoğan isimli bir arkadaşım beni bir gece oraya davet etti. Dansımızı, yürüyüşümüzü, oturuşumuzu şaşırdık. O da benim elimi tutmaya çalıştı olmadı...
Sonbahar geldiğinde yeniden sinemalara gitmeye başladık. Yerli ve yabancı filmleri hiç kaçırmamaya çalışarak. Her hafta sinema dergisi almayı da ihmal etmiyorduk. Resimli romanlar, kontes Margolar, Mandrakeleri soluksuz okuyorduk. Babam ise iflah olmaz bir Cumhuriyet okuruydu. Biz ise arkadaşlarımızla artist resimleri biriktiriyoruz. Bana ihsan Evrim'den imzalı resim geldiğinde dünyalar benim olmuştu.
Bir gün Yıldız dergisinde l genç kız ve erkek amatör oyuncu
54
arandığım gördüm. Bütün gece dergiyi elimden bırakamadım. Acaba resmimi yollasam mı diye. Bütün gece uyuyamadım. Kalktım aynaya baktım. Kaşımı kaldırıp Scarlett gibi kendimi seyrettim. Bendeki suratla artist olunamayacağına karar verdim ama yine içime sinmedi çekilmiş fotoğraflarımdan ikisini pembe zarflarımdan birine koyup bolca tükürükleyip kapattım. Sonra da üstüne Türkiye Yayınevi Cağaloğlu yazıp postaladım. A-ma hiç kimseye söylemeden. Zaten patırdı gürültü içinde bu o-layı unuttum gitti. Bir hafta sonu Bakırköy Sineması'nda Jennifer Jones'in 'Kanlı Dük' filmini izledim iki gözüm iki çeşme e-ve döndüm. Evde babam sigara üstüne sigara içiyor. Annem e-linde bir zarf burnuma uzatıp hesap vermemi istiyor. Sonradan öğrendim ki 540 kişi içinde 11 kız 10 erkek finale kalmış bunlardan biri de benim. Babamın öfkesini anlıyordum da annemi kavrayamadım. Daha dört yaşından itibaren beni sinemaya taşıyıp beynime tohumlan eken o değil miydi? "Anneciğim lütfen canlı elemeye gidelim" dedim.
Deneyeceğiz tabii dedi. Bir süre önce ailenin kararıyla kon-servatuvara girmem engellenmişti ama bu kez annem de kararlı görünüyordu. Babanı ise avaz avaz bağırarak "Benim onca yıllık şerefli mesleğimle oynuyorsunuz. Beni şarka sürerler" diye bağırıyordu. Ben ise çoktan sokağa fırlamış müjdeyi arkadaşlarıma vermiştim bile. Final gününe kadar evde her gün karar değişiyor bir gün evet, bir gün hayır deniliyordu.
Nihayet o malûm gün geldi. Sabah erkenden kalktım. Dişlerimi iyice fırçaladım. Olmadı limonlu tuzla ovdum. Kaşlarım gür kirpiklerim ise çok uzundu. Saçlarımı tepemde sıkı sıkı tutturdum. Siyah tafta eteğimi, beyaz bluzumu ve şoset çoraplarımı giydim. Annem de hazırlandı. Babam bizimle hiç konuşmuyordu. Annem yolda beni kazanamayacağıma ve buna üzülme-mem gerektiğine inandırmaya çalışıyordu. Nihayet Turgut De-mirağ'ın And Film şirketine geldik, içerisi çok kalabalıktı. Kızların hepsi süslü, gösterişli ve çok güzeldiler. Adının Nana ol-
55
düğünü öğrendiğim dünya güzeli bir kızı görünce (ünlü dansöz) iyice umutsuzluğa kapıldım. Bu arada gazeteci Ümit Deniz yarışmacıları birer birer jüriye tanıtıyordu. Jüride Rejisör ve İstanbul Filmin sahibi Faruk Kenç, kameraman Enver Burçkin, gazeteciler Sezai Solelli, Oğuz Özdeş, Cemil Cem Cahit, Nihal Yeğinobalı, Sara Karle, Ali İpar ve onun eşi Amerikalı artist Wirginia Bruce vardı... Derken beni çağırdılar. Heyecan içinde platoya girdim. Belki de biri beni itti. O kadar heyecanlıydım ki. Ümit Deniz bu kez benim elimi tuttu ve beni jüriye götürdü. Bütün ışıklar üzerime çevrildi. Biri saçlarımı açmamı söyledi. Bir başkası profilimi görmek... Ancak annemle dönerken ikimiz de çok umutsuzduk. Bizim bu umutsuzluğumuz yalnızca babamın hoşuna gitti ve "tanrıya şükür boyunuzun ölçüsünü almışa benziyorsunuz. Bu yaştan sonra yüreğime indirecektiniz. Artık adam gibi okur da bir meslek sahibi olursun" dedi.
Ancak tam on gün sonra gelen mektup herşeyi değiştirdi. Bu yarışmanın birincisi bendim. Babam gene suratını indirdi. Annemin mutluluğu ise artık saklanamaz haldeydi. Çağırıldığımız tarihte deneme filmi çekmek üzere And Filme gittik. Bizi Faruk Kenç ve Enver Burçkin karşıladı. (1951) Bizi uzun boylu, yakışıklı bir gençle tanıştırdılar. Adı Ayhan Işık'mış. O da erkeklerin birincisi olmuştu.
Aynanla beni aynalı bir odaya aldılar. Elimize birer tüp verip yüzümüze sürmemizi istediler. O güne kadar ruj bile sürmemiştim. O bu kiremit rengi şeyi yüzümüze bulaştırdık demek daha doğru. Bir an Ayhanla gözgöze geldik. Başladık katılırcasına gülmeye. Ayhan ile dostluğumuz o an başladı. Enver Burçkin bu kez pudralan sürmemize yardımcı oldu. "Bu yüze sürülmeden film çekilmez" diye açıklamada bulundu bir de. Nihayet çekime başladılar. Sağa sola dönmeler, ileri geri gülmeler, ışıklar, parlamalar, pudralar... Çenemi biraz geniş bulmuşlardı. En iyi zaviyemin profil ve dömi profil olduğuna karar verildi. Daha sonra o günlerin ünlü fotoğrafçısı Kemal Baysal'a gittim ve bol
56
bol resim çekildi. Sezai Solelli ile ilk söyleşimi yaptım ve Yıldız dergisine kapak oldum. Aile kızı olmam herkesi çok mutlu etti. Herkes bunu yazdı. Ancak okulda durum bu kadar hoş karşılanmadı veya okulu, ya sinemayı seçmem gerektiği söylendi.. Kötü yola düşmüş zavallı bir kız gibi hissettim kendimi ve ağlamaktan katılırcasına koşarak eve döndüm. Gururum incinmişti, acı çekiyordum ve ölmek istiyordum. Kendimi, şerefimi rezil etmiştim... Annemin tokadı ile kendime geldim. Bir aslan gibiydi. Gitti okuldan kayıtlarımızı aldı.
Bir daha okumak istemedim. "Artist" denilince yüzüme küçümseyerek bakanlardan intikam almaya o tarihlerde yemin ettim, îlk filmim için ata binmeyi öğrenmem gerekiyordu. Günde iki saat ata binmek için ders alıyordum. Atın tepesinde başım dönüyordu. Bana ders veren Ali çavuş korkumu yenmem için beni kasıtlı olarak bir iki kere atın üstünden düşürdü. 2,5 ayın sonunda kovboylar gibi olmuştum. Atın üstünde boş bir çuval gibi durmuyor, atı idare edebiliyordum. Rejisör Faruk Bey arada yanıma geliyor film ile ilgili bilgi veriyordu. Bir gün ablasını sete getirip beni tanıştırdı. Nihayet çekim için Aydm'a gitme günü geldi...
Dördüncü Bölüm
Beyazperde'ye İlk Adım
Annem beni Faruk beyin ablasına teslim etti... Ve hayatımda ilk kez uçağa bindim, izmir'den sonra trene binerek Aydın'a geçtik. Garda bizi daha önce oraya giden ekip karşıladı. Yarışmanın ikincisi olan Mahir Özerdem erkek oyuncu olarak rol alıyordu. Ayhan Işık ise Yavuz Sultan Selim isimli bir filme başlamıştı. Oyunda Vedat Karaokçu, Kadir Savun, Tamer Balcı, Muazzez Arçay, Zeki Alpan ve Zenne Necdet rol alıyordu. Hepsi neşeli, keyifli insanlardı. Vedat Bey elinde bir efe yeleği hem tamir ediyor hem de yanık yanık Ayşem operetinden şarkılar söylüyordu... Gece Melahat Hanımla aynı odada kaldık. Ben pazen geceliğimi giyip, iyice yatağın içine büzüldüm o ise dekolte bir gecelik ile buz gibi suda kollarım, boynunu filan yıkıyor bir yandan da anlatıyordu. Ben ise evimden ayrı geçirdiğim ilk gecenin heyecanı, hüznü ile sessizce ağlıyordum. Sonra ise uykuya dalmış gitmişim...
Ertesi sabah uyanıp aşağı indiğimde herkesi telaş içinde buldum. Bana rengarenk bir şalvar verdiler. Başıma fes taktılar, pullar dikildi. Zeki bey o malum macunu yüzüme sürdü, pudralandık. Sonra koca bir otobüse bindik. Bir otobüs dolusu efe, silahlar, kılıçlar... Eğlenerek çekim yerine vardık. Onbeşime henüz basmıştım ama herkesin bana çocuk muamelesi yapması hoşuma gitmiyordu. Bu arada ben de "Şu artist takımını bir öğreneyim"in telaşında herkesi inceliyordum. Yönetmenin çalışması, Enver
59
Beyin yer arayışları, horozun kesilip alnımıza sürülmesi hepsi rüya gibiydi. Derken ortaya bir tabut getirdiler, kapağını açtılar. Ben ne olacak diye şaşkınlıkla bakarken yönetmen "Hadi kızım gir içine" demez mi? Ben başladım titremeye, ama çaresiz girdim tabutun içine. Bir de üstüme kapağı kapatmasınlar mı? Ölecektim telaştan... Tabutun içinde çok korkunca yavaşça kapağı aralıyorum. "Çabuk kapat" diye bağırıyorlar. Başımda iki kişi kaçış planlan kuruyor. Derken kapak açılıyor Mahir ve Tamer birer koluma yapışıyorlar dağlara doğru kaçıyoruz. Niye, niçin hiç bilmiyorum... ayaklarımı yerden kestim, iki adam beni uçurmaya başladılar. Bir hayli uçtuktan sonra nihayet yemek molası verildi. Sonra dağda çalıların arkasına gizlendik. Aşağıda zaptiyeler. Silah sesleri. Benim de elimde bir silah, bastım tetiğe. Sırtüstü yuvarlandım. Haydi bir daha... Pat küt sesleri arasında akşamı ettik. Stop denildiğinde yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamıştı. Yardımıma hep "Zenne Necdet" dedikleri efe mi ne bir bey koşuyordu. Ertesi gün Zenne'yi efe kılığına sokup dağları tırmandırdılar. Zavallı bir yerde dala takıldı kaldı. Yarasa gibi... Nasıl bağırıyordu "beni kurtarın" diye. Settekiler ise gülüyorlardı...
Bir gün yolumuz Koçarlı yakınlarındaki Çakmar Çiftliğine düştü... Orada çekim yaptık. Bize Aydın usulü tandırlar yaptılar... Günün birinde bu çiftliğin sahiplerinden Özdemir Birsel i-le evleneceğimi kim bilebilirdi ki? Nihayet İstanbul'a döndük. Dahili sahneler stüdyoda çekildi...
Filmi ilk seyrettiğim anki heyecanım anlatılır gibi değil. Şalvarlar içinde bir kız kukla gibi oradan oraya koşuyor. Kendimi hiç beğenmedim. Zaten hiçbir zaman tam beğendiğimi anımsamıyorum. Elbette basın bana önemli bir yer ayırdı ve ben nihayet ilk paramı yani 1500 liramı aldım. Bu benim kazandığım ilk para idi. Annemle alışverişe çıktık. Kendime taba rengi bir tay-yörlük, beyaz ipek buluzluk kumaş, askılı çanta, ipek çorap, jartiyer aldım. Babama da pantoflu bir terlik, anneme parfüm, kardeşime ceket alınca param da bitti. Terzi param bile kalmamış-
60
ti... Ama onu annem karşıladı. Çok şık olmuştum. Bu kıyafete bir de siyah kurdele kondurunca içim rahat etti... Bu kondurma huyum da zaten hiç bitmedi... Herşey tamamdı da jartiyer ve çorap beni sıkıyordu. Lastikler beni yukarı doğru çekiyordu, sanki adımlarımı zor atıyordum. Zaman zaman Babıali yokuşunu tırmanır, Türkiye Yayınevi'ne gider Cemil Cem Cahit ve Sezai Soleli'ye konuk olurdum. Bana gazoz ikram ederlerdi tatlı tatlı söyleşirdik. Zaman zaman Oğuz Özdeş de katılırdı. Benimle ilk söyleşiyi yaptığı için Sezai Bey kendisini vaftiz babam gibi görürdü. Ara sıra Ayhan ile karşılaşıyorduk bu büroda.
Faruk Kenç bir gün annemle beni Beyoğlu'ndaki Abdullah Lokantasına davet etti. Sonbaharda iki filme başlayacaktık. O daha önce Amerika'ya gidecek, dönüştede "Rüyam" isminde tekne ile istanbul'a döneceklerdi...
Artist adayı Belgin geleceğe umutla bakıyor.
Beşinci Bölüm
Görümcelerle İlk Prova
Faruk Kenç'in de içinde bulunduğu "Rüyam" teknesi istanbul'da büyük törenlerle karşılandı. Yolda başlarına gelenler, balina ile mücadeleleri günlerce konuşuldu. Faruk Bey bana ve kardeşime paçaları ekose çevrili birer blucin ve kızılderili mokoseni getirmişti...
Nihayet Antalya hazırlıkları başladı. İki film "Kanlı Çiftlik" ve "Köroğlu" bir arada çekilecekti. Erkek oyuncu ise Bülent U-fuk'tu. Aliye; Zihni Rona, Cihan Işık ve Coşkun kardeşler de filmin öteki oyuncularıydılar. Kameraman ise özellikle harici çekimleri pek ünlü olan Enver Burçkindi... Bir de o zamanlar gece sahnelerini kameraya kırmızı filtre koyarak gündüz çekerdik.
Antalya yolculuğuna Faruk Beyin iki kızkardeşi de katıldı. Benim yakın arkadaşım ise Işık Toraman yol boyunca bana midem tuttuğu için karton külahlar yaptı. Kâbus gibi geçen yolculuktan sonra Antalya'ya vardık. Ferda Kahraman'ın çiftliğine yerleştik. Bize deniz kenarında karyolalar kurdular. Biz sineklerle uğraşırken Faruk Beyin kızkardeşleri cibinliklerini taktılar. Deniz, orman, dağ, portakal bahçeleri, göl, pamuk tarlaları her-şey o kadar güzeldi ki... Ronalar çok hoştular. Aliye Rona siyah saçları, çakmak çakmak gözleri ile o kadar güzeldi ki. Zihni Bey ona adeta tapıyordu. İkisi de ot yemeye bayılıyordu. Kollarında sepetler durmadan ot topluyorlardı. Zihni Bey bazen "Al-
63
yoşka Alyoşka bak sana neler topladım... hayat iksiri bunlar" diye şarkılar söylerdi. Onların aşkını hep gülümseyerek, içim sevgi dolarak anımsardım...
Artist Takımından Biri Olmak...
Bu filmlerin de ötekilerden farkı hiç yoktu. İyiler, kötüler, silahlar, kaçanlar, kovalayanlar... Artist takımından olmaktan dolayı mutluydum. Renkli, yaratıcı kişilerdi hepsi. Ben hepsiyle samimiydim... Ancak asla laubali olmadım. O stop lambasını i-yi bir yere koymuştum. Yaşamım boyunca da bu saygı ve sevgi meselesini iyi dengelediğimi sanıyorum...
Mesleğimde saygın biri olmaya yemin ettiğim okuldan kovulduğum günkü ruh halim belki beni bu kadar kontrollü yaptı. Oysa müdürden intikamımı yıllar sonra aldım... Nasıl mı? Oğlu Bakırköy Lionslann başkanıydı ve bana bir Bakırköylü olarak onur ödülü vermek istemişlerdi... Ne olduğunu hatırlamıyorum o gün toplantıya gidememiştim...
Pazar günleri çalışmıyorduk. Ekip, çekim haricinde bol bol denize giriyordu. Faruk Bey ise avlara katılıyordu. Bir keresinde beni ve Işık'ı da götürdü. Saatlerce tırmandık, çizmeler ayağımı vurdu, dilim beş karış dışarıda... Av filan da olmadı...
istanbul'a döndüğümüzde dahili sahneler çekiliyordu. Bu a-rada kontes rolünde oynayan Ayfer Feray ile tanıştık... Bir yandan çekim yapıyor, bir yandan da hazır olanların iç kopyalarını izliyorduk. Bu alışkanlık sonra tüm sanat yaşamım boyunca yerleşti kaldı bende... Hatta bir keresinde Halit Refiğ'in yönettiği "Kırık Hayatlar" filminde ilginç bir anı yaşadım... Halit Bey'in âdeti filmini önce tek başına izlemekmiş... Ben de meraktan öleceğim. Onun izleyeceği saati öğrendim. İçersi karanlık olunca gizlice girdim oturdum. Fil'm bitinceye kadar da soluk bile almadan izledim. Işıklar birden yanınca Halit Bey beni gördü. O anki halime hem çok şaşırdı hem de çok güldü...
64
Ayhan'la Birlikte Taşlandık
Filmlerim ne yazık ki yeterince ses getirmiyordu. İşte böyle bir dönemde Osman Seden "Öldüren Şehir" adlı filmde oynamamı istedi. Senaryosu bana daha önce izlediğim bir Alman filmim anımsattı. Fakir bir genç kızın düşleri ve başına gelenler... Karşımda da Ayhan Işık olacaktı. Nihayet onunla aynı filmde oynayacaktık. Kenan Pars ilk kez bu filmle kamera karşısına geçecekti. Turan Seyfioğlu da vardı. Settar Körmükçü babamı, Muazzez Arçay annemi, Pola Morelli ise kötü kadın rollerini üstlenmişlerdi. Yönetmen ise Lütfü Akad'dı. Kameraman Kri-ton İlyadis, asistan Sim Gültekin. Kamera asistanı ise Kenan Kurt.. Bir yanımda Turhan, bir yanımda Ayhan fotoğraflar çekildi. İkisi de boylu poslu, ben bellerine geliyordum neredeyse. A-yağımın altına karton kutular koyup boyumu uzattılar... Tipik bir sinema işleyişi...
Nihayet çekime başlandı. Mehtaplı bir gecede Ayhan ile bir bankta elele oturmamız gerekiyor. Ancak ışıklan gören halk başımıza toplandı. Bizi çembere aldılar. Başımı Ayhan'ın omzuna koymam lazım utancımdan koyamıyorum. Polis çağırmaya gittiler. Derken bir taş attılar üstümüze, sonra ötekiler... Resmen taşlanıyorduk. Linç edileceğiz korkusuna kapıldık... Arpar topar kaçtık oradan. Sonra bu sahneyi dahili çektik. Bu rol çok oyun gücü istiyordu. Öyle dağ bayır koşmaya benzemiyordu. Lütfü bey ise çok titizdi. Defalarca prova yaptırıyordu. Bir ağlama sahnesinde ise gözyaşlarını kurumuş gibiydi. Herkes çıldıracaktı. Lütfü geldi yüzüme iki tokat attı. Ne olduğumu anlamadan, başladım hüngür hüngür ağlamaya. İki tokat da Turhan'dan yedim. Beynim döndü. Burnumdan kan geldi. Turhan ne yapacağını şaşırdı. "Birşey olursa seni Londra'ya tedaviye götüreceğim" dedi durdu. Bu film bana yaşamımın en önemli ödülü olarak gördüğüm, sakladığım ve uğruna inandığım "Film Dostları Sanat Armağanı" ödülünü kazandırmıştı. Henüz onyedi yaşındaydım...
65
O sıralar filmler hep dekorlarda çekilirdi. Dekorun yapımı da dahil bir filmin çekimi iki-üç ay sürerdi. Bu arada Sim aile dostumuz ve komşumuz olarak beni himayesine almıştı.
İlk filmlerinden birinde, eşi ile arasındaki aşka hayran kaldığı Aliye Rona ile Belgin Doruk
66
Güzellik Yarışmaları
Bir gün evde uzanmış gazete okuyordum. Güzellik yarışması ile ilgili bir haber okudum. Türkiye güzeli seçilecekti. 1951 yılında Günseli Başar ülkemize birincilik kazandırmıştı. Birden i-çeriye Hergün Gazetesi'nin sahibi Faruk Gürtunca'nın kendi gibi gazeteci olan kızı Ülkü geldi. O da benim çok iyi arkadaşımdı. Nefes nefese bana güzellik yarışmasına katılmamı söylüyordu. Birinci eleme yapılmıştı ama beni ikinci elemeden yarışmaya dahil edeceklerdi... "Aman deli inisin git işine" dedim ana nafile... Çılgın gibi bir anneme bir bana baskı yapıyordu. Bir gir. Ne kaybedersin ki?" dedi annem birden. Ertesi gün Ülkü aldı beni Daver Bey'e götürdü. Yaşımı bir yaş büyüttük... Biz o-radayken davetiye almak- için gelen Ayten Akyol diye bir kızı da yarışmaya katılmaya ikna ettiler. Biz iki şaşkın güldük halimize.
Yarışma iki. gün sonra yapılacaktı. Hemen san organzeden bir elbise dikildi. O sıralar lasteks mayo bulmak çok zor. Ülkü, bana Amerika'dan getirdiği kendi mayosunu verdi. Uzun topuklu ayakkabılar aldık. O gün sete gittiğimde Osman Seden'e olan biteni anlattım. O kendine has konuşmasıyla "Çiçek ablası çiçek, çok iyi etmişsin" dedi.
Ülkü yarışma sabahı saçlarımı sardı. Kirpiklerini bol tükü-rüklü rimelle fırçaladım. İyice yelpaze gibi oldu. Cildim zaten iyiydi. Ünlü terzi Suat Aysan sanki cildinde ampul var derdi. Biz iki araba yola çıktık. Babamın yüzü yine asık. Terfisinin gecikmesine neden olarak bizi görüyordu. Spor Sergi Sarayı'nın arka kapısından insanları yara yara içeri girmeyi başardık. Hepimizi büyük bir odaya topladılar. Esmer güzeli Ceylan Ece birinci elemenin favorisi olarak kendinden emin bir şekilde oturuyor. Bir köşede ise yüzü kireç gibi Ayten Akyol makyaj yapmaya çalışıyor. Benim çenem de leylek gibi titreyecek halde. Numaralarımızı iğneledi birisi. Ben 40 numarayım. 102 ki-
67
silik jürinin en yaşlı üyesi ünlü ressam ibrahim Çallı. En genci ise Günseli Başar. Tuvaletlerle jürinin önünde dolaştıktan sonra mayolarımızı giydik çıktık. Birden Sergi Sarayı "40 40" diye inlemeye başladı. Heyecandan ayaklarım yerden kesilecek gibi oldu. Kendimi içeri zor attım. Ülkü bir bardak suyu bana uzatırken sonuçlar açıklandı. Ayten Akyol birinci, Belgin Doruk i-kinci Ceylan Ece ise 3. olmuştu. Boynumuza kurdeleleri taktılar. Son tur için podyuma çıktığımızda halk jüriyi protesto ediyordu. 40 numara diye her yer inliyordu. İçeri giremiyordum bir türlü, ortaya gelip ellerimi kaldırıp selam verdiğimi hayal meyal hatırlıyorum, îçeri girdiğimde sandalyeye yığılıp kaldım.... Dışarı çıktığımda halk kapıda bekliyordu. Bir yaşlı kadın "Hakkını yediler yavrum. Allah bahtını açık etsin" diyor, bir başkası da "O halkın birincisi" diyordu. Ülkü ise artist olmamın jüriyi olumsuz etkilediğini söylüyordu. Ertesi günkü bütün gazeteler jürinin birincisi Ayten Akyol. Halkın birincisi ise küçük Belgin diyordu.
Evimiz gazeteciden geçilmiyor, filmlerim tanıtılıyordu. Osman Seden zevkten dört köşeydi. Bakırköylüler şerefime bir balo düzenleyip beni hediye yağmuruna boğdular. O zamanki bu ilginin daha sonraları yaşamdan bezdireceğini nasıl bilebilirdim
ki....
O küçücük aklımda artık topluma malolduğum, her davranışıma çok dikkat etmem gerektiğine karar verdim. Basının ürkütücü gücüyle kendimi sınırladım. Attığım her adımın ne kadar önemli olduğunu biliyordum artık. Bir sürü gazeteci tanımıştım. Artık evde, sokakta, mutfakta, yemek yerken, yürürken, çocuk doğumunda, hastalıkta her şeyde onlar vardı. Bir kez yılbaşı balosunda Park Otelin o çok cilalı parkesi üstünde dans ederken bir ayağım kayıp düşmüştüm. O Ay dm'm doğumuna ilişkin bir anım var. Doğum daha yeni olmuş, ben ancak ayılıyorum. Yüzümde belli belirsiz fırça darbeleri hissediyorum dudağımın üstünde bir şeyin dolaştığını hissediyorum. Bir gözümü açıyorum
68
ki sevgili Çolphan İlhan bana makyaj yapıyor. Nedeni de kapıda bekleyen gazeteciler... Sevgili Çolphan bana kirpik bile yapıştırmış...
Bu yarışma sonrası işlerim iyice yoğunlaştı ve Beyoğlu'na yakın olmak için Şişli'ye taşındık. Bir gün eve döndüğümde Sezai Bey evde beni bekliyordu. Bana gazetelerinin düzenlediği Avrupa Güzellik yarışmasında ülkemizi temsil etmeyi önerdi. Tüm itirazlarıma rağmen elbiseler dikildi, hazırlıklar yapıldı, e-limde sorular, cevaplar... Bir yandan da "Öldüren Şehir" in son sahnelerini çekiyoruz... Yarışmada delege ve tercüman konusunda Orhan Boran bana yardım edecek.... Şaşkınlık içindeydim. Apar topar güzellerle tanışma kokteyline gittim. Kurdelelerimizi takıp basına poz verdik. Yunan güzelinin bana hediye olarak getirdiği mayoyu giymiştim. Ama Günseli Başar bana bunun doğru olmadığını ikimizin aynı mayolu olmasının yanlışlığını söyledi ve mavi bir mayo verdi. Kokteyller, partiler, yemekler, tenis turnuvaları... Birden Orhan Boran'in BBC işi çıktı. Bu kez Faruk Kenç bana yardım etme görevini üstlendi.
Yarışma anında giymemi istedikleri bikiniyi görünce şaşırdım. Vatan millet uğruna deyip onu da giydim. Çekiştire çekiş-tire çıktım ortaya. Gazeteciler mayolu ve bikiniliyken bana daha çok ilgi gösteriyorlardı... Sonunda yarışmada final oldu. İtalyan güzeli birinci, İngiliz ve Fransız ikinci, Monte Carlo ile ben de üçüncü olmuştuk. Son anda podyum çöktü. Ortalık karıştı...
Ve nihayet bu yarışma faslı sona erdi...
Ayhan Işık onun kader arkadaşıydı. Öldükten sonra da Belgin Ayhan'ı hep özledi.
-Hgfgfc.
' * '"y 3H!
Altıncı Bölüm
Mutluluk Hayalleri
Bu yanşmalardan sonra parlak izdivaç teklifleri almaya başladım. Annem mesleğimi sürdürmek şartıyla biriyle evlenmemi istiyordu. Çünkü artık peşimde olmaktan yorulmuştu. Benim evlenmeyi düşündüğüm biri vardı. Bunu anneme söylediğimde yüreğine inecekti. Bu benden 27 yaş büyük olan Faruk Kenç'ti. O benim için My Fair Lady'deki mister Higgens'ti... Annem bunu duyduğunda yüreğine inecekti. Ama ben gerçekten âşıktım ve gözüm ondan başkasını görmüyordu. "O senin baban yaşında olmaz" demesine aldırmadım ve rüştümü ispat ettiğim gün Faruk Beyin Ayazpaşadaki evinde yalnızca çok yakın dostlarının katıldığı sade bir törenle evlendim.
Evimiz ufacıktı ama çok zevkli döşenmişti. Rustik salonun önünde Kabataş iskelesine bakan sarmaşıklarla kaplı bir balkonumuz vardı. Mehtaplı gecelerde balkonda yaşadığımız o keyif beni hep mutlu etti. Ben ve Faruk çok mutluyduk. Herşey rüya gibiydi. Zaten üç yıldır birbirimize alışmıştık. Faruk ile birlikte sosyal yaşamım başladı. Pazar sabahlan hemen evimize yakın olan sipahi ocağına gider ata binerdik. Ben her grubun sonunda olur, yollardaki böğürtlenleri toplardım. Bazı hafta sonlan Ku-ruçeşmedeki Enver Paşa korusunda pikniğe giderdik. Bu biraz da ziyaretti. O zaman korunun içinde 3 katlı evde Faruk Beyin yengesi Kamil Beyin eşi Naciye Sultan oturuyordu. Kâmil Bey ünlü Enver Paşa'nın kardeşiydi. Meğerse o vasiyet etmiş bu ev-
71
liliği. Kâmil Bey ava, silahlara, mantara düşkün bir beydi. Naciye Sultan ziyaretlerimizi de bizi boğaza karşı balkonu olan evin üçüncü katında kabul eder, burada çaylar içilirdi. Şişman mavi gözlü, mihrabı gençlik günlerini benimle bir daha yaşardı.
Onu son gördüğümde Ayazpaşadaki bir evde oturuyordu. Zor bir ameliyat geçirmişti. Vedalaşırken elimi sıkı sıkı tuttu. İ-yilik dilekleri ile bana tümüyle veda eder gibiydi. Zaten iki gün sonra da ağzından burnundan kanlar gelerek ölmüştü. Gençliğinde çok hovarda ve müsrif olduğu söylenirdi Naciye Sultan'm. Şimdi onun yaşadığı o yerde adını taşıyan ünlü konutlar yapıldı. Avrupa sosyetesinde oynadığı oyunlar, bozdurduğu mücevherleri çok anlattılar.
Kayınvalidem Hasene Killigi, Enver Paşa'mn kız kardeşiydi ve dünyalar güzeliydi. Ben tanıdığımda 80 yaşındaydı ama o yaşta bile biçimli kaşları, güzel bakan gözleri ile yumuşacık, a-sil bir kadındı. Bir kez bile onu sabahlıkla, taranmamış saçla görmedim. Onu çok sevmiştim O da beni. Patik örmesini o öğretmişti bana ve de bir inci kolye takmıştı. O kolyeyi de ne yazık ki satmak zorunda kaldım günün birinde...
Artık evli bir kadın olarak yemek yapmayı öğrenmem gerekiyordu. Faruk Beyin kardeşi Melahat Hanım bu konuda bana yardımcı oldu... Sonra da iyi bir şölene döndürdüm. Çiçekler, mumlar, şamdanlar ve pek çok sürpriz... Faruk Beyin arkadaşları Ali Ipar, ihsan Ağar, Turgut Demirağ, Ferda Kahraman, Feyyaz Altınorak, Haluk Camcıgil, Galip San ve eşi Selmin.... O zamanlar Iparların kotrası kiralanırdı. Bir keresinde benim doğum günümü kutladık teknede. Ancak hava patladı. Hepimiz kotranın altına doluştuk... ama yine de çok güzel bir yıldönümüydü benim için... Sene 1955'ti sanıyorum...
Evimizde çok kıymetli antikalar vardı. Abdülmecid'in, Enver Paşa'mn orijinal yağlı boya resimleri, Ayvazovsky'in tablosu antik çerçeveler içinde duruyordu. İçki dolabımız ve çalışma masamız da çok değerli antikalardı.... Bu arada ben de Suavi
72
Sonar'in eşinden giyinmeye başlamıştım. O Paris'ten elbise ve aksesuar getirir satardı. Suat Aysan ise film kıyafetlerimi özel olarak hazırlardı. Hatta bir kez Zeki Müren ile oynayacağım "Hayat Bazen Tatlıdır" filminin renkli çekilecek olan rüya sahnesi için rengarenk şifonlardan hazırladığı kıyafeti en unutulmaz anılardan biri olarak halen saklarım...
Refii Cevat Ulunay ve Osman Nihat Akın ise tüm hoş sohbetlerine karşın ağdalı bir İstanbul üslubu ile konuşurlardı. Benim senli benli bir konuşmamı eşim çok kınamış ve beni uyarmıştı... Ne de olsa Mister Higgens ben de my fair ladysiydim... Bir ağzıma biber koymadığı kalmıştı. Halen yüzüm kızarır o anı hatırladıkça.
O zamanlar samba çok modaydı ve mister Higgens Faruk Bey çok da güzel dans ederdi, en ince figürlerine kadar öğretirdi her şeyi olduğu gibi dansı da. Yılbaşı balolarında Hilton'da ya da Kervansarayda, piste çıktığımızda dans yanşmasındaymışça-sına numaralar yapardık. Eşim benden hayli yaşlı olmasına karşın çok hareketli yaşam ve coşku doluydu. Ben bazen evde oturup tembellik yapmak istesem "Beni arkadaşlarımdan uzaklaştı-nyorsun" diye söylenirdi. Haluk Samiye, Galip Selmin çiftleri ve bazı arkadaşlar kar tipi demeden üstü kapalı ciplerle ormana gider, bekçi kulübesinde sıcak şaraplar içer sonra da sucuk ekmek yerdik. Kışın tadım çıkartırdık. Dönüşte buz tutmuş o boğaz virajları benim aklımı başımdan alırdı.
Evlendikten sonra Erman filmden Zeki Müren ile oynamam için bir teklif aldım. "Son beste" adlı bu filme hemen başladık. Ona hemen ısındım. Sıcak, esprili saygılı hoş bir gençti. Bana hep "Ayol bu kadar erkenden evlenecek ne vardı. Seni ben alacaktım." derdi. Ben 19 o da 22-23 yaşlanndaydı. İkimiz beraber büyüdük. Elimdeki resimlerde bu gelişmeyi çok iyi anlıyorum. Yüzümüzdeki o masum ifade yıllar geçtikçe daha anlamlı bir çehreye dönüştü. Sonunda 60'lı yaşlara geldiğimizde ikimiz de 120'şer kiloluk çok manalı bir güzelliğe bürünüp evlere kapan-
73
Belgin Doruk evliliğinin ilk günlerinde mutlu ve huzurlu., Daha acıyı pek bilmiyor.
dik. Herhalde aynı anda artık TV 'ye çıkamayız. Bizi gösterecek ekran bulmak kolay olmaz herhalde... Zeki'yle çok dost olduk. Onun o sıcaklığını halen çok özlüyorum. İkimiz de kimselerle görüşmüyoruz. Kabuğumuza çekildik. Ama yüreğimdeki sevgisi hiç eksilmedi. Onu özledim ve sesini duymayı hiç olmazsa çok istiyorum. Zeki ile "Son Beste"nin ardından "Kader" ve "Ölüm Korkusu" adlı filmleri çektik. Zeki Müren o sıralar "Belgin olmazsa oynamam" diye şart koşuyordu yapımcılara...
Eşim ile gezmelerimiz sürüyordu. O koyu bir Galatasaray taraftarıydı. Kombine biletler alınır ve illaki her hafta sonu maça gidilirdi. Ümit Deniz, Ali îpar, Turgut Demirağ ve kadim dostumuz Esat hep birlikte olurduk. O bağırışlar, çağırışlar, heyecanlı oturup kalkmalar beni maçtan daha çok ilgilendirirdi. Esat beden eğitimi hocasıydı ve eşiyle birlikte bana jimnastik yaptırırdı. O sıralarda Galatasaray'ın en ünlü oyuncuları Metin, Turgay, San Naci Türkiye 2. güzeli seçildiğim zaman Fenerbahçe ile yapacakları şampiyonluk maçı için beni stadyuma davet etmişlerdi. Hiç unutmuyorum beyaz bir elbise giydim. Sahaya çıktığımda kendimi bir nokta kadar küçük hissediyordum. Alkışlar arasında hakem getirip topu ayağıma koydu. Yaradana sığınıp topa bir tekme attım. Ayağım uğurlu geldi ve Galatasaray maçı kazanıp şampiyon oldu. Sonra şampiyonluk balosunun şeref konuğu oldum ve bana gümüş bir tabak hediye ettiler...
Faruk kendi giyimine çok düşkündü ve beni de çok denetlerdi. Eldivensiz, şapkasız hiçbir galaya gitmezdik. Opera ve konserlere ise smokin ve tuvaletlerle giderdik. Leyla Gencer'i locadan mavi mineli, sedef kakmalı dürbünle izlediğimi hatırlıyorum....
Turgut Demirağ'm Göztepe'deki köşkte verdiği garden partiler, îhsan Agor'un Büyükada'da verdikleri hepsi çok güzeldi. Bir ara Semia ve Haluk bizi Beyrut'a davet ettiler. Semia Beyrut'un en zengin kızlarından biriydi. Film çalışmalarına on gün ara verip gittik. Arabalar, uşaklar, aşçılar, tenis kortları, yüzme
75
havuzlan, muhteşem bir evdi palmiye ağaçlan arasında... Semi-a'nm babası sabahlan gecelik entarisi ile dolaşır her görüşünde eli göğsünde "Ehlen ve şenlen" diye selam verirdi. Yarım saat i-çinde beş kere karşılaşırsan yine aynı selamı verirdi. O sıralar l Türk Lirası 2 Lübnan lirası ediyordu. Ama Semia o kadar kaliteli giyinmeye alışmış ki beni de en pahalı mağazalara götürdü. Hiç ucuz bir şey alamadım. Gece kulüpler, gündüz alışveriş ve plaj derken zaman akıp geçti.
İstanbul'da oturduğumuz evin alt katma her yaz Irak'tan bir paşa gelirdi. Kocaman siyah bir Cadillac ve şoför kapıda hazır beklerdi. Çok zengin ve nüfuzlu bir beydi. Evinde Türk Musikisi geceleri düzenler, Adnan Menderes de zaman zaman bu gecelere katılırdı. Biz de belimize kadar aşağı sarkar olup biteni anlamaya çalışırdık. O da daha sonra evinin üstünü kapattı...
Hamilelik
1956 yılının Eylül ayında hamile olduğumu öğrendim. Ayaklarım yerden kesildi. Ancak eşimin tavn "bu çocuk için zaman çok erken" şeklinde oldu. Yıkıldım. Gücüme gitti. Madam An-tuanet ve Faruk beni doktor doktor dolaştırıp çocuğu aldırmak istediler. Korkunç birkaç gün yaşadım. Kimisi daha çok küçük dedi almadı, kimisi "îlk çocuk alınmaz" dedi. Ve sonunda bebeğin kalmasına karar verildi. Sevincim biraz buruktu ama mutluydum. Zafer benim ve minicik bebeğimindi. Bu karar alındığında karnıma dokundum ve miniğimi usul usul okşadım... Çünkü anne olmak istiyordum... Çocukluk işte. Hem deli gibi çalış, hem de anne olmak iste....
1956 yılının 16 Mayıs'ında Şişli'deki Ataman kliniğinde kızımı dünyaya getirdim. Gözümü açtığımda kucağıma verdiler Gülümü. Pespembe buruşuk bir yüz vardı, öpmeye korktum. Kınlıp dökülecekmiş gibi geliyordu. Şaşkın ve mutluydum. 19 yaşında anne olmuştum... Kucağımda güzel güzel dururken bir-
76
den ağlamaya başlıyor, hemşire emzirmemi söylüyordu. O küçük bebek de mememe yapışıp çak cuk sesleri arasında karnını doyurmaya çalışıyordu. Eve geldiğimde doktorumuz bir nutuk atarak bebeğin dünyanın en büyük şantajcısı olduğunu disipline etmemiz gerektiğini, her ağladığında kucağa almamamız gerektiğini filan söyledi...
Gülümü salonun ortasında dantellerle fistolarla süslü sepete yatırdık. Biz de kendi odamıza geçtik... Bütün gece Gül orada ben yatakta ağladım. Faruk her yataktan fırlamaya çalıştığımda elimi tutuyor "Doktorun dediğini unutma" diyordu. Oysa yavrum beni istiyor ben onu... Bu ne yanlış bir emirdi tanrım... Oysa şimdi çocukları annelerin kucağına veriyorlar. Bol bol öpüşüp koklaşıp canı istedikçe süt emiyor çocuklar ve ana çocuk kalp atışlarıyla daha dayanışıyorlar birbirlerine.
Annem hemen emektar dadımız Fattuma'yı benim yanıma getirdi... Bu arada ben de 75 kilo olmuştum. Göğüslerim süt dolu. Bir akşam bir davetten döndük. Elbiseyi üstümden çıkartmam mümkün değil. Anneme sonunda fenalık geldi ve makası kaptığı gibi elbisemi kesiverdi. Bu sırada Rüçhan da (Camay) Melike'yi dünyaya getirdi. Rüçhan ile hep çocuklardan konuşmaya başladık. Birbirimize mamalar, doktorlar, ilaçlar tavsiye ediyorduk.
Güzel, endişeli heyecan ve de sevgi dolu günlerdi. Doya doya yaşayamadığım hep özlediğim bir dönemdi bu... Tüm annelere anneliklerinin her anını doya doya yaşamalannı öneriyorum... Bacı kalfa "Uyusun da büyüsün, tıpış tıpış yürüsün..." diye ninniler söylüyordu... Ben kanşınca da "Ükela sene de annene de ben baktım. Şimdi kalkmış bana akıl veriyor" diye sinirleniyordu...
77
Faruk Kenç ile olan evliliğinde ilk zamanlı bir leydi gibiydi Belgin... At gezileri partiler, kokteyller, yemekler... Kimi zaman çayırların ortasında dinleniyor, kimi zaman evinin havuz kenarında
güneşleniyordu.
Ama çoğu kez mutlu
mutlu gülümsüyordu.
İlk aşkın, ünlü olmani>
sevilip, sevilmenin
gözleri kör eden
mutluluk
sarhoşluğundaydı.
Yedinci Bölüm
İlaçlara İlk Adım
Ben annelik ile uğraşırken Turgut Demirağ ve Faruk Esat Mahmut Karakurt'un "Çölde Bir istanbul Kızı" adlı filmini yapmaya karar verdiler. Evde senaryo çalıştılar günlerce. Havuza çıplak girmem gereken sahne yüzünden tartıştılar. Ve sonunda "Fazla erotik, olmaz ve dahi olmaz" diyen Faruk'un dediği oldu. Onlar senaryo ile uğraşırken ben kilolarımdan kurtulmanın yollarım arıyordum. Doğum yapalı henüz üç ay olmuştu. Bel korseleri ısmarlandı. Beni zayıf gösterecek modeller aranmaya başlandı. Derken bir gün annem elinde bir ilaç şişesi ile geldi.
79
Ve bu beni hayatımdaki kötü dönemin başlangıcı oldu... Annem ilacı uzatıp "İç şunları da zayıfla. Fil gibisin..." Annemin bana verdiği OBEX isimli zayıflama ilacıydı. Bu ilaçlarla yaşamımın önemli bir bölümünde kilolarımı kontrol etmeye çalıştım. Sonunda da canıma okudular.
Nihayet filmin çekimine başlandı. Atlı, çöllü tam Turhan Seyfioğlu'na göre bir roldü. Bir sahnede Turhan'ın beni atla kovalaması gerekiyor, ikimiz de ata bindik ve ben ne olduğunu anlamadan kendimi yerde buldum... Ben gözümü açmaya çalışırken yönetmenin çığlıkları geliyordu "Harika bir çekim oldu... harika."
Kızımı çok seviyordum. Ama hiç zaman ayıramıyordum. Annem ve dadım ona bakıyorlardı içim rahattı ama yine de kızımı çok özlüyordum. Ne zaman vakit bulsam onu alıp gezdiriyordum Bazen bir pastaneye, bazen çocuk bahçesine... Sanm-trak yüzü ve çekik gözleri ile Gül eskimolara benziyordu..'
Sarışın Belgen
1957'de önce izmir'e Baki Tamer ile gidip "Çiçeli Bülbül"ü çektim, istanbul'a döndüğümde ise Hasan Kazankaya senaryosu kendine ait olan Lejyonun Dönüşü'nde oynamam için beni ikna etti. Kocayı; Hayri Esen, sevgiliyi Fikret Hakan oynayacaktı. Orhan Günşiray adında bir genç ise ilk kez denenecekti. Orhan Arıburun'un yöneteceği filmde Saime Bekbay, Uğur Başaran ve Pervin Par da rol alıyorlardı. Rolün gereği saçlarımın san olması gerekiyordu. Zamanın en iyi kuaförüne götürüldüm. Saçlarım bir türlü açılmaz. Zehirlenme belirtileri gösterdim mi bir tabak dolusu yoğurdu dayıyorlardı önüme. Biri başıma yelpaze yapıyor, biri yoğurdu tutuyor... Akşama kadar öldüm bittim. Tam civciv gibi olmuştum ki Faruk beni görür görmez yanımdaki gazeteci Hanoğlu'nun boğazına sarıldı "Kanma ne yaptınız?" diye. Küçük çaplı bir kavga patırtıdan sonra sakinleşti...
80
Hilton'da verilen kokteylden sonra çekime başladık. Orhan Anburun başında şapkası, boynunda atkısı, ağzında sigarası tipik bir yönetmen... Çok titiz, çok sinirli... Fikret ile bir türlü geçinemiyorlar. Bir keresinde Fikret kızdı, bir odaya girdi kapısını kilitledi. Dışarıya çıkmaz... Arıburnu "Bak kapıyı kırar içeri girer seni vururum. Kapı gibi deli raporum var kimse de bana bir-şey yapamaz" deyince Fikret kendini dışarı zor atmıştı.
Film iyi iş yaptı. Ben de sansın lady olarak fena sayılmazdım ama saçlarımı hemen eski rengine boyattık. Kocam da "Oh be metresim gitti, karım geldi nihayet" dedi... O süre içinde duygu olarak bunu hissetmiş meğerse...
Bu arada film teklifleri peşpeşe geliyordu. Ben durmadan çalışıyordum. Bir elimde çantam bir elimde makyaj çantam memur gibi mesai yapıyordum. Dur durak yok... Ancak Faruk'un işleri eskisi kadar iyi değildi. Güzel yaşamaya, bol harcamaya alışmıştı. Ve evin yükünün tümüyle omuzlanma yığıldığını hissediyordum. Bu yükü kaldırmak için biraz fazla gençtim. Bir yandan da çocuğumla yeterince ilgilenememenin acısını duymaya başlamıştım.
1959'da Zeki Müren ile Kemal Film için "Kırık Plak" isimli filmi çektik. İkimizin biraraya gelmesi işletmecilere yetiyordu. Zeki'nin şöhreti iyice artmıştı. Ancak Zeki yine aynı Zeki'ydi. En ufak bir şekilde şımarma, böbürlenmesi yoktu. Mütevazı, sıcak sesli hoş bir delikanlıydı. Görüntüsüne, giyimine pek dikkat ederdi. O da Faruk gibi fular takmayı seviyordu... Onunla çalışırken bayağı keyifli saatler geçiriyor, kameramanın önündey-ken de arkasındayken de dostluğumuz sürüyordu... İkimiz hem sinemayı, hem sahneyi konuşuyor aynca günün politikasını da tartışıyorduk... (Zekiciğim ne dersin seninle yine şöyle karşılıklı bir oturup o günlerden söz etsek?)
Bu sırada sinema dünyasına Nüzhet İkbal de katıldı. Ve Faruk ile birlikte "Ölmeyen Aşk"ı çekmeye karar verdiler. Almanya'dan kameraman getirildi. Müzikleri yapması için Ne-
81
veser Kökdeş ile anlaşıldı. Fransız şarkıcı Maria Venson vamp kadım oynayacaktı. Atıf Kaptan, Melahat içli, Halide Pişkin, Mehmet Karaca, Reşit Baran, öteki oyunculardı. Başrol için i-se konservatuvar öğrencisi olan Efkan Efekan adlı bir gencin denenmesine karar verildi.
Ben zengin bir kızım, Efkan da fakir bir piyano hocası... Saraylarda filan çekildi film... Ama müthiş bir güldürü oldu. Mari-a dahil hepimiz kendimizi filme kaptırdık... Halide Pişkin, Melahat İçli hepsi birer tarih... Onları tanıdığım için çok mutluyum...
Şimdilerde TV'de filmleri izlerken ne kadar çok insan aramızdan yitip gitmiş... Turan Seyfioğlu ki o bizim Humbert Bo-garty'ımızdı. Başı dik, mağrur, yakışıklı... Duygularını gözleriyle ifade edebilen... Turan'ı hep çok sevmişimdir. Ancak çok içerdi. Gece gündüz durmadan... İçkinin sağlığı dışında ona verdiği herhangi bir kötü görüntü yoktu ama zamansız aramızdan aldı götürdü onu... Hele Ayhan... İşin garibi bu anılarımı yazarken hep bunu hissettim... Sizlerle de paylaşmak istiyorum. Ayhanla bizim kaderimiz birbirine çok benzer, başlangıcımız, yükselmemiz... Pek çok şeyi hem meslektaş hem dost olarak paylaştık... O da anılarını yazdı ve ne yazık ki yayınlanmasını göremeden öldü. Şimdi benim içimde garip bir ürküntü var. A-caba benim için de aynı şey olacak mı diye? Umarım olmaz... Umarım ben anılarımın yayınlandığım, hatta kitap olduğunu ve televizyon dizisi olduğunu görürüm... Ayhan'ı zaten bir süre sonra daha da uzun uzun anlatacağım... Bir de Suphi Kaner'in ölümü beni çok etkilemişti... İyi yürekli çocuk nasıl da ölümle kucaklaştı...
Bedia Muvahhit Hanım
Ben bu satırları yazarken Bedia Hanımı yitirdiğimizin haberini okudum... Hey gidi koca Bedia... Ne çok anımız vardı o-
82
nunla. Nevişahsına münhasır derler ya tam öyle bir kadındı. Son derece zeki ve hazır cevaptı. Öyle bir anda öyle bir laf e-derdi ki şaşar kalırdık. Onun çok meşhur bir anısı vardır. Kulaktan kulağa yayılırken biraz biçim değiştirdi ama biz olayı birlikte yaşadığımız için en doğru biçimde anlatmak istiyorum...
Haldun Dormen'in ilk filmi "Bozuk Düzen"i çekiyoruz. O benim annemi oynuyor. Ekrem Bora da var oyunda. O tarihlerde Levent'teki villasını filmcilere kiraya veren "G" adında bir bayan var. Biraz geçkince ama alımlı bir hanım. Genç erkeklere olan merakı dillere destan. Hatta bizim Ekrem'e de pek hayran... Bir gün onun evindeyiz. Biz Bedia Hanım ile makyaj yapıyoruz. O da elinde çay bardağı yanımıza geliyor. Bir ara söz döndü dolaştı artist olmaya geldi... G hanım derin bir iç çekip "ah ah ben de artist olmayı çok istedim. Hatta Şehir Tiyatrolarına yazılmak için müracaat bile ettim. Ama ailem olmaz, sonra kötü yola düşüp orospu olursun dedi. Beni engelledi" « O böyle der demez küçük aynasında dudaklarını boyayan
Bedia Hanım başını bu hanıma çevirip kendine has o ses tonuyla ve gözlerinin içine bakarak "Eeee peki sonra nasıl oldunuz?" demez mi... Kadın mosmor olup dışarı çıktı... Ne müthiş bir espri diye düşündüm hep...
Yine aynı filmin çekimi sırasında bu kez Haldun Dormen'in annesinin antikalarla dolu evinde film çekiyoruz. Haldun'un annesi yurtdışında bu yokluktan istifade ediyoruz. Ama ertesi gün dönecek, filmi bitirmek zorundayız... Filmcilerin girdiği mekânlar belli darma dağınık oluyor. Figüran olarak da Haldun'un yakınları çekimdeler. Onlara fenalık geldi... Neyse gün ağarırken çekim bitti.
Bedia Hanım beni eve bırakmayı önerdi. Ben de sevinerek kabul ettim. Aynı yerde oturuyoruz çünkü... Minik bir kaplumbağası vardı. Kendi kullanırdı. Arabaya bindik... "ah şekercim. Bu ne yorgunluk. Ellerim titriyor. Direksiyona hâkim değilim" dedi ve biz hızla Valikonağından aşağa kaymaya başladık. Be-
83
dia Hanıma bir baktım ki direksiyonu tutmuyor, iki eli ile vitese yapışmış değiştirmeye uğraşıyor. Yüreğim ağzıma geldi. Gözlerim faltaşı gibi açıldı. Küçük çığlıklar atmaya başladım. O ise gayet sakin "korkma canikom ben bunu hep yaparım. Hayatımıza biraz heyecan katar işte fena mı?" demez mi?
Bir keresinde de benim bir dergi kapağındaki mayolu resmime bakıp "Bu biraz fazla düzgün. Hakiki olamaz. Dekupe mi yaptılar canikom?" demişti... Kırmızı ruju, değişmeyen saç modeli, bilezikleri ve kırmızı ojeli tırnaklan ile müthiş bir kadındı. Kulağından hiç çıkartmadığı meşhur halka küpelerini ise ilk kocasının hatırası olarak saklardı... Onları ölünceye kadar kulağından çıkartmadı... Canlı bir tarihti gerçekten. Onu tanımak benim için büyük bir ayrıcalıktı diye düşünüyorum... Dünya sinemasında olsa bu insanlar hiç kuşkusuz çok daha başka konumlarda olurlardı ama yine de gördükleri sevgi az birşey değil bence...
Yine anılarımıza döndüğümüzde bu kez sırada Esat Mahmut Karakurt'un "Ömrümün Tek Gecesi" filmi var. Karakurt'un filmleri hep buram buram cinsellik kokar zaten... Kenan Pars ile oynuyoruz.
Filmin en önemli sahnesinde çiftlikteyiz. Sıcak ve mehtaplı bir yaz gecesi. Filmin kahramanı kız uyuyamaz ve havuzun başına gelir. Bornozu yakın plan yere düşer ve kız havuza girer yüzer. Keyifle döne döne...
Sanki çmlçıplakmış izlenimi verilir bu çekimde. Filmin erkek oyuncusu da uyuyamamıştır ve havuz başına gelir. Kızı gizlice izler... Kız izlendiğini hissedince utancından kıpkırmızı o-lur ve yine yakın plan bornozunu yerden alıp nöbetçilere seslenir. Adamı yakalatır ve bir ağaca bağlatıp kırbaçlar... Ne sahne ama...
Fatma Girik o filmde masum ufak bir köylü kızı rolündeydi. Sete annesi ile birlikte gidip geliyordu. Pembe beyaz tombul yüzü, masmavi gözleri vardı. Çok saf ve iyi niyetliydi. Güler
84
yüzlüydü. Simsiyah saçları çoğu kez iki örgü idi. Akça pakça denilen türden... Sonra Fatma'nın sinemada gösterdiği gelişimi hayranlıkla izledim... Halen hayranlık duyduğum müthiş oyunculardan biridir. Sonra Fatma'yla Orhan Aksoy'un bir filminde iki kızkardeşi oynadık... Orada arkadaşlığımız çok hoştu. Fatma inanılmaz iştahta. Çok zayıf ama ben de çok zayıftım sonra kilo almaya başladım korkusu ile ona da yememesini telkin etmeye başladım. O da çok şirin yiyor. Sonra ona benim malûm zayıflama haplarından verdim. Çekim süresince o da hap içti. Beni kırmamak için... Canım... Hiç unutmam sette ikimizin yapmadığı kalmazdı. Birbirimize sürprizler hazırlar, öteki arkadaşlara küçük tuzaklar kurardık. Eğlenirdik bol bol gülerdik. Yine bu çekim sırasında doğum günümün olduğu bir sabah kapım çaldı. Bir baktım kapıda bir sürü balon, üstünde "Doğum günün kutlu olsun" yazısı ve bir armağan paketi... Fatma kapıya bunu bırakmış ve saklanmış... O gün hem çok duygulandım, hem de çok mutlu olmuştum.... Bu güzelliği bana yaşattığı için Fatma'ya sağol demek istiyorum bir kez daha...
Neyse Ömrümün Tek Gecesi vizyona girecek diye beklerken hiç unutmam bir Ocak gecesi yönetmen Alyanak eve geldi ve "Aman Belgincim, filmin en önemli havuz sahnesi kayıp. Yeniden çekeceğiz" demez mi... Tarabya'da yüzme havuzlu bir eve gittik. Dışarıda sulu kar atıştırıyor. Benim soğuktan çenem ta-kırdıyor. Ve havuza girip sıcaktan bunalmış bir insanın rahatla-yışını oynamam gerekiyor. Nihayet kendimi attım havuza. Buz gibi. Vücudum yandı... Adalelerim kasıldı. Yüzümde bir iskeletin soğuk sırıtışı. "Gül... çok keyiflisin" diyor settekiler üstlerinde manto ve kaşkollarla... Ben sırtımı kameraya döndüğümde "ölüyorum çıkartın beni" diye bağırıyorum yüzüm kameraya dönükken sırıtıyorum. Onlar da arada bir ağzıma konyak şişesi dayıyorlar... Kafayı çeke çeke o sahne tamamlandı ve bir hafta ateşler içinde hasta yattım...
85
Göksel Arsoy ile beraberlikleri çok konuşuldu... Neredeyse aşk hikayesine dönüştürüldü... Özdemir Bey kıskançlık krizleri yaşadı. Evde huzursuzluklar başladı ve böylece efsanevi çiftin arasına karakedi girdi...
86
Sekizinci Bölüm
Yıldırım Aşkı ve İkinci Evlilik...
Adım artık zirvedeydi. Filmlerim çok iş yapıyor, setten sete koşuyordum. Bir gün Nevzat Pesen'den Muazzez Tahsin'in ünlü eseri Samanyolu için öneri geldi. Filmin erkek oyuncusu ise uzun boylu mavi gözlü, sansın bugüne kadar bir iki filmde oynamış olan Göksel Arsoy adında bir gençti... Kireçburau'nda bahçe içinde eski bir yalıda çekimlere başlandı. Ben şımarık kolejli kız Zülal, Göksel ise içine dönük teyze oğlu... Nevzat film çekimi sırasında konsantre olalım diye klasik plaklar çalar, heyecandan yüzü kıpkırmızı olurdu. Neriman Köksal'a çok âşıktı ve birlikte oturuyorlardı, işleri bozulunca onuruna yedi-remedi ve bürosunun penceresinden atlayarak intihar etti... Ne acı bir son değil mi? Zaten Yeşilçam'da sonu parlak kaç kişi vardır ki?
Samanyolu inanılmaz bir iş yaptı. Filmi bir gören bir daha görmek için sinemaya gitti. Böylece sinemamızda romantik aşk filmleri dönemi de başlamış oldu. Göksel ile müthiş bir ikili olmuştuk. "Satın Alınan Adam", "Zavallı Necdet", "Bülbül Yuvası", "Evcilik Oyunu" o bir dönem filmlerimiz.
Çevremizde bir hayran seli oluştu. Harici sahnelerin çekiminde halkın hücumuna uğruyorduk. Arabalarımızı havaya kaldırıyorlar, bize dokunmak için birbirlerini çiğniyorlardı. Çoğu kez bir halat geriyor içinde oynuyorduk ve bizi polis koruyordu. Seyirci ile böylesine kucaklaşmak müthiş bir duygu.
87
f
TV de yoktu ve seyirciyi iyice sinemaya bağlamıştık.
Ancak bu aniden gelen şöhret Göksel'in başını döndürdü. Başladı adım önce yazılacak, fiyatım iki misli olacak, şu koşullar olursa çalışırım demeye... Zaten aramızda da öyle sıcak bir arkadaşlık asla olmadı. Bir Ayhan, bir Sadri ile çalışmaktan aldığım zevki ne yazık ki Göksel'den alamadım.... Hayran kitlesine bakıp bakıp böbürleniyor ve "işte benim tebam. Ben ne istersem yaparlar..." diyordu. Beni bir kalemde silip atmıştı bile. Bütün hikmetin yalnızca kendisinde olduğuna inanıyordu. Elbette bu tavırlar zamanla aramızdaki ilişkiyi iyice mesafe -lendirdi. O dönemde Ayhan şansını denemek için Hollyvood'a gitmiş ancak hayal kırıklığına uğrayıp dönmüştü ve meydan iyice Göksel'e kalmıştı... Ama ne yazık ki bence Göksel bu boşluğu dolduracak kadar mütevazı değildi, sıcak değildi. "Küçük Hanım" filmlerinde oynamayı da istemedi. Filmleri, rolünü konuyu küçümsedi... Ve bence şanını ve şöhretini kendi elleriyle yeniden Ayhan'a devretti. Hiç unutmuyorum bu filmlerde Ayhan'ın oynayacağını duyunca "öyle sert bir erkek tipinden bu karakter olmaz. Çok yanlış bir iş yapmışsınız" diye de bizi eleştirmişti.
Evliliğim Çatırdıyor
Göksel'li dönem sürerken Faruk'un işleri iyice bozulmuş, ofisini bile kapatmıştı. Artık tüm yük benim omuzlarımdaydı. Çocuğun bakımı, yazlık, kışlık ev, alıştığımız konfor. Bu kadar yükün altında eziliyordum ve panikliyordum. Evet ben isteyerek evlenmiştim ama zaman da o kadar acımasızdı ki... Olgunlaşmış ve hayatın gerçekleriyle el sıkışma zamanımın geldiğini anlamıştım...
1960'lı yılların basındaydık. Birsel filmden "Yeşil Köşkün Lambası" adlı kostüme bir film için teklif aldım. Faruk Birsel kardeşleri tanıyor ve geleceklerinin çok parlak olduğunu
söylüyordu. Hatta bir gün Kenter'lerin "Salıncakta iki Kişi" adlı oyunlarını izledikten sonra Birsellerin bürolarına uğradık. Nejat Saydam ve Özdemir Birsel bizi karşıladılar. Prova günleri belirlenirken hep Özdemir'in bana kaçamak bakışlarını hissettim... Eve Faruk ile yürüyerek döndük. Çünkü cebimizdeki son para ile Yıldız ve Müşfik'e orkide almıştık...
Gece yattığımda gözümün önüne Özdemir'in kaçamak bakışları geldi. Sonradan öğrendiğime göre Özdemir meğerse güzellik yarışmasına katıldığım günden bu yana bana ilgiliymiş. Hatta amcası Salah Birsel ile birlikte protestocuların arasındaymış.
Filmin çekimine başladık. Ekrem Bora ile oynuyorum. Avni Dilligil paşa babam, Şaziye Moral da annem olacak. İlk gün her zaman olduğu gibi sabah erkenden kalktım ve makyajımı yaptım. Sonra yine mavi makyaj çantam elimde sete gittim. Çekimlere başladık. Nüzhet Bey hep ortalıklarda ama Özdemir pek görünmüyordu. Akşam olup iş bittiğinde Özdemir yanıma geldi ve "Sizi yola çıkartayım" dedi. "Aman ne kibar patron" diye geçirdim içimden. Sonra bu olay birbirini takip etti. Çalışmalarımız kesintisiz Üsküdar'da ve Tarabya'da konaklarda geçiyordu. Bu sırada Özdemir ile arkadaş ve dost olduk. Bu dostluk kısa sürede elektriklenmeye dönüştü.
Âşık Oluyorum
Âşık oluyordum galiba. Yıldırım aşkı dedikleri bu olmalıydı. Aramızda söylenmiş tek bir söz olmamasına karşın, gözlerimiz pek çok şeyi halletmişti. Nihayet çekim sona erdi. Herkesle vedalaştık. Özdemir bu kez benimle karşıya kadar gelmeyi teklif etti. Kabataş isimli araba vapuruna bindik, ikimiz de küpeşteye dayandık. Güneşin batışını seyrediyorduk birlikte. Kalbimin patırdısı duyulacak diye korkuyordum. Bir şeylerin olacağı kesindi. Çünkü Özdemir'in de yüzü allak bul-
89
laktı. Bir şeyler söyleyecek ama söyleyemiyordu. Birden yüzüne baktım... Ne olduğunu anlamalıydım. O da bu bakıştan cesaret alıp bir nefeste şunları söyledi:
Bakın sakın yanlış anlamayın. Böyle bir şeyi asla temenni etmem, üzülürüm bile ama evliliğinizin yolunda gitmediğini hissediyorum. Eğer günün birinde eşinizden ayrılacak olursanız sizi beklememe izin verir misiniz?"
Birden hıçkırarak ağlamaya başladım. Bir ay boyunca kendimi tutmuştum. Sinirlerim gergindi, kendi kendimle mücadele etmekten yorulmuştum. "Olur" der gibi başımı hafifçe önüme eğdim. Birden gök gürledi, yağmur yağmaya başladı: Nasıl şiddetli... zangır zangır titriyordum. Beni eve bıraktı. Tek bir kelime konuşmadan vedalaştık...
Eve geldiğimde camlar açıktı. Evde kasvetli bir hava var gibiydi. Masanın başına çöktüm... Tüm bedenim sallanıyor gibiydi. Birden telefon çaldı. Arayan Özdemir'di nasıl olduğumu merak etmişti... Fırtınadan korkup korkmadığımı sordu... Ben de camlan kapadığımı söyledim... Sözcük olarak pek bir şey söylemedik ama anlamı bence çok derindi bu telefonun...
O akşam Faruk ile birlikte Melahat ablalara yemeğe gittik. Ben kös kös düşünürken Melahat Hanım beni yatak odasına çağırdı ve "Bu ne hal küçük Belgin? Neler oluyor anlat bana" dedi... Ben de simim biriyle paylaşmanın verdiği istekle hemen başımdan geçenleri anlattım ve "Faruk'tan ayrılmak istiyorum" dedim. O gayet sakin, saçımı okşayarak "Günün birinde bunun olacağını biliyordum. Daha ilk günden Faruk'a söylemiştim. Dur bakalım bu adam neyin nesiymiş bir araştırayım" dedi. Sanki görümcem değil de annemdi... Melahat ablayı yıllar sonra bir kez daha gördüm. Küçük torunumun sünnet düğününde Tarabya Otelinde - Kızım Gül baba tarafını pistin bir tarafına, anne tarafını karşı tarafına oturtmuştu. O da sağa sola koşturuyordu. Bir ara karşı masadan Melahat ablanın bize doğru geldiğini görmüş,
90
kalkmış onu kucaklamıştım. "Kocanı tanımak için geldim buraya" dedi kulağıma yavaşça. O sırada Çetin Inöntepe Orkestrası "Sevdim Bir Genç Kadını" adlı şarkıyı çalmaya başladı. Faruk küçük torununuz Deniz ile dansa kalkmıştı. Saçları bembeyazdı ama hâlâ çok dinçti... "Sevdim bir genç kadını, ansam onun adını, her şey beni ona bağlar, kalbim durmadan ağlar..." aynı anda Gül bu kez de kardeşi Aydın'la dansa kalktı. Benim yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu. Melahat abla elimi sıkıca tutarak "mutlu olduğuna seviniyorum, benim küçük kızım anneanne oldu bile" dedi. Inöntepe şarkıyı sürdürüyordu "Gitti o dönmeyecek aşkım hiç sönmeyecek. Uzun yıllar geçse bile yaşarım hayalinle..." O gece mutlu, buruk bir geceydi... Melahat ablayı da son görüşümdü... O benim yüreğimde hep yaşıyor. Zaman zaman halen en gizli sırlarımızı onunla paylaşıyorum...
O güne geri dönüyorum yine... Melahat ablaya derdimi anlattıktan sonra biraz rahatladım. Daha sonra Özdemir ile telefonla konuşmaya başladık. Bu konuşmalardaki mutluluğum suçluluk psikozu ile yok oluyordu. Nihayet bir gün Özdemir'e buluşmamız gerektiğini söyledim. Yine Kabataş'ta buluştuk. Ben kocaman gözlükler, başımda eşarp ile kendimi biraz gizlemeyi başarmıştım. Bir sandal kiralayıp Üsküdar'a geçtik. Oradan da bir taksi ile Pendik'teki bir lokantaya... Masaya oturduğumuzda sanki bombardıman gibi konuşmaya başladım. Artık böyle devam edemeyecektim. Kendimi çok iki yüzlü ve çok kötü hissettiğimi anlattım ona. Ve o gece Faruk'a her şeyi anlatmaya karar verdik. Elbette bunu ben tek başıma yapacaktım.
Beni Affet Senden Ayrılmak İstiyorum...
- Eve döndüğümde Faruk masanın başındaydı. Hemen kendime bir konyak doldurdum ve bir kadehte bitirdim. "Hayrola nen var senin?" dedi. "Seninle konuşmak istiyorum"
91
dedim. "Âşık oldum. Senden ayrılmak istiyorum. Ne olur beni affet" dedim...
Uzun uzun yüzüme baktı. Bana dokunmaya korkar gibiydi. Usulca "Özdemir mi?" diye sordu. Gözlerine bakmadan "nereden biliyorsun?" dedim. Ben bu saçları değirmende ağartmadım Belgin" dedi ve sürdürdü:
Sendeki değişikliğin ne zamandır farkmdaydım. Er geç bugünün geleceğini biliyordum. Bunu bile bile seninle evlendim. Senin mutlu olmanı isterim. İnan bu bile beni mutlu eder güzel kızım..." dedi.
Ben katılarak ağlamaya başladım. Kendimi kontrol etmem mümkün değil. İffet abla gelip ellerimi kolonya ile ovmaya başladı. "Madem bu kadar üzülüyorsun o halde niye gidiyorsun?" diyor.
Herşey çok çabuk olup bitti. Bir yanda altı yıldır süren güzel bir evlilik, anılarla dolu bir ev, öte yanda âşık olduğum genç bir adamla yeni bir hayat. Korkuyordum. Kimseyle paylaşmadığım sımm artık yaşam gerçeğim olmuştu. Özdemir'i bu ana kadar bir tek kızkardeşim Oya ile Faruk'un ablası Melahat Hanım biliyordu...
Oya geldi... Evlenirken de yanımda o vardı ayrılırken de. Zaten yaşamım boyunca en kritik dönemlerde o hep yanımdaydı. Güçlü, doğru kararlar veren mantıklı soğukkanlı kardeşim benim. Ben zaten tipik bir yengeç burcuyum. Duygularım hep ortada. Kocaman kocaman ağlar yine kocaman kocaman gülerim... Oysa Oya belki de Alman eğitimi aldığı için çok disiplinlidir. Çocukları onu hep nazi subayına benzetip kızdırırlardı şakayollu...
Faruk bizi yalnız bırakmıştı. Eşyalarımı bir iki bavula doldurdum. Evden ise yalnızca art nü bir kadın heykeli vardı, onu aldım. Bu heykelcik halen evimin baş köşesinde durur... Hıçkırıklar içinde bu şirin daireye son bir kez daha baktım... Çiçeklerimle, plaklarımla, duvardaki resimlerle, mutfaktaki
92
tabaklarımla, yatak çarşaflarımla, penceremle sarmaşıkla tek tek vedalaştım sessizce... Sonra duvardaki yüzünün yarısı gülüp, öteki yansı ağlayan kadın heykelciğine bakıp, evimin anahtarını masanın üzerine bırakıp kapıyı çektim... Hayatımın bir dönemi böylece kapanıyordu... Oya ile birlikte bir taksiye binip, Şişli'ye anne evine döndük.
Onlara her şeyi bir solukta anlattım. Annem "ben dememiş miydim. Adam benden bile büyüktü" derken babam mutlu mutlu gülümsedi. Gül'ü elinden tutup kestane şekeri almak bahanesiyle bizi yalnız bıraktı... Zaten Gül o sıralar hep annemde kalıyordu...
Olay kısa zamanda duyuldu. Faruk ilk günkü soğukkanlılığını kaybedip bir ayda bitmesi gereken mahkemenin yedi ay uzamasına neden oldu. Bu sıralarda basında "Göksel Arsoy ile evleniyor" türü haberler çıkmaya başladı. Herkes bizi birbirimize pek yakıştınrdı. Şimdi bile halen niye Göksel Arsoy ile evlenmediğimi soranlar oluyor. Oysa o sıralar Göksel de şimdiki eşi Solay ile büyük bir aşk yaşıyordu. Yani herkes bizi birbirimize yakıştırmış, gerçek sevgililerimizi görememişti... Bu yanlış yakıştırma aslında o zamanlar işimize gelmişti.
Dokuzuncu Bölüm
Hasılat Rekoru Kıran Filmler
Özdemir geceleri gizlice anneme geliyor saatlerce oturup konuşuyorduk. Ben klasik müzik sevdiğim için evde sürekli Bach Chopin, Çaykovski çalışıyoruz. Özdemir de pek hoşlamyormuş gibi dinliyordu. Oysa evlendikten sonra anladım ki o bu müziği hep aşkının hatırına dinliyormuş... Bu arada "Aşkın Saati Gelince" adlı filmi çekmeye başladık. Sadri, Çolphan ve Göksel'le birlikte oynuyoruz. Sadriler de kiralık ev arıyorlar haldır haldır... Bizim mahkeme de uzadıkça uzuyor.. Sette işimizin erken bittiği bir gün o sıralar emlakçilik yapmakta olan Hasan Kazankaya'nın hanına gittik. Sadrilerden önce bana bir ev gösterdi. Valikonağının sonunda Korman apartmanının en üst katı. Müthiş güzel, geniş, aydınlık ve yepyeni bir ev. îlk biz gireceğiz. Ancak evin kirası o dönemin parası ile 1500 lira. Oldukça fazla. Sadriler karşı apartmana giderken ben Özdemir'in yanına gidip bulduğum evi heyecanla anlattım... Ona da biraz pahalı geldi ama "madem ki beğendin" deyip razı oldu. Ertesi gün Hasan'a gidip kontrat yaptık... Mahkeme biz evi tuttuktan bir ay sonra bitti. Biz elimizde boşanma ilamı o merdivenlerden elele bir inişimiz var ki... Kim görürse görsün umurumuzda değil artık. Soluğu hemen Milano mobilyada alıyoruz. Derhal eşyaları ısmarladık. Çünkü ikimizin de tek bir çöpü yok bu eve getirecek... Ha benim bir heykelciğim, Özdemir'in de minik ipek halısını unutmamam gerekiyor.
95
Bir yanda film çekimi, öte yandan evin taşınması yerleşmesi.. Her gün bir sorun çıkıyor. Özdemir bir gün sete gelmedi ve beni iş dönüşü evde beklediğini söyledi. Ben de akşamı zor edip evimize gittim. Bir baktım Özdemir ve asistanı Nişan spagetti pişirmişler.. Mis gibi kokuyor... Bir an aklım zayıflama hapıma takılıyor ama sonra vazgeçiyorum bu düşünceden ve uzun taburelerin üstüne oturup afiyetle yedim... Elbette bana sürpriz olarak alınmış olan beyaz eşyalar iyice keyfimi yerine getirmişti. O günkü Özdemir'e sarılmamı, o spagettinin keyfini hiç unutmuyorum... Bence her kadın böyle bir güzellik yaşamalı.
Bu arada kızkardeşim Oya da flört ediyordu. Ergin Algan ile büyük bir aşk sonucu evlendiler... Bu arada bizim eşyalarımız da nihayet geldi. Siyah ingiliz stili yemek odası, bordo kadife geniş kanepeler ve bazı aksesuarlar. Hepsi yerli yerine konuldu ama salon o kadar büyüktü ki yine boşluklar oldu. Ama ben her şeye razıydım... Boşluk filan umurumda değildi. Bu arada Nüzhet ve Özdemir annelerinin kalbi olduğu düşüncesinden yola çıkarak bu nikahı bir süre annelerinden gizilemeye karar verdiler. Biricik küçük oğulun, bir çocuklu dul bir kadınla üstelik bir artistle evlendiğini duyup kadının yüreğine inmesinden korktular. Haklı bir korku bence... Onca genç kız varken...
İkinci Nikah
Nihayet 7 Mayıs 1961 geldi çattı... Sadri, Çolphan, annem babam, kızkardeşim ve Ergin, gazeteci dostumuz Kadri Yurdatapan, Nüzhet ve Necla Erol Dernek... Ergin benim Sadri de Özdemir'n nikah şahidi oldu. Sevgili Gül de yeni bir şeyler olduğunun farkında heyecanla ortalıkta fink atıyordu. Nikahımız çok sadeydi ama her şey özenle hazırlanmıştı. Çiçeklerimiz, ikramlarımız, giysilerimiz... Şimdi düşünüyorum
96
acaba şöyle telli duvaklı, düğünlü dernekli düğün ister miydim diye... Pek de hevesli değildim galiba bu işe...
Erol ve Kadri davetli olduklarını unutup işi röportaja çevirdiler. O dönem Isa Pehlevi ile Farah'ın profil resimleri modaydı aynı tür pozları verdirttiler bize, sonra elbette dergiye kapak olduk.. Daha sonra her gün gazeteciler geldiler eve, durmadan hediyeler geliyordu sevenlerimizden.. Hele hapishanedeki hayranlarımın gönderdiği boncuk işli çantalardı, tabloları hep hüzünle aldırdım elime...
Bu arada yeni film üzerine konuşmaya başladık. Balayı filan yoktu, işte daha evliliğimin ilk başında kocamın bir işkolik olduğunun farkına vardım. Çok önemsemedim o an, ama bu daha sonraki dönemlerimizde beni en çok yoran şey oldu... Nüzhet para ve organizasyon işleri yaparken Özdemir de senaryo, film ve iş takibi yapıyordu ve bunlar onun için yaşamın en anlamlı şeyleriydi. Özel yaşamım diye bir şey kalmamıştı. Her sabah 7'de uyanıyor işe gidiyordu. Ben de 9'da sette oluyordum. Gece yorgun argın eve döndükten sonra bir duş alıyor yarınki çekim sahnelerini yaşıyordu. Nüzhet ise gezmeyi, tozmayı çok seviyordu. Her gece yanına karşısına alıp Klüp 12'ye gidiyor, gece geç saatlere kadar eğleniyor, işkembeciden sonra eve dönüyorlardı. Büroya ise öğleye doğru geliyordu.
Kayınvalidem Belkıs Hanım
Bu arada kayınvalidem Belkıs Hanım evlilik haberimizi aldı ve hiç de yüreğine filan inmedi. Beni tanımak istedi ve bir pazar elini öpmeye gittik... Zengin, kültürlü, görmüş geçirmiş bir kadın... iki oğlunu da ihsan Ipekçi'nin tavsiyesine uyup o sinemacı yapmış. Elini öpmeye gittiğimiz bana tek bir parça pırlanta yüzük taktı. Birbirimizi kısa zamanda çok sevdik... Gerçek bir ana kız gibi anlaştık. Son günlerde yanında hep ben vardım. Ona isteyerek baktım. Hastaydı, umutsuzdu, üstelik
97
Hafızalarda tekerlemeler yapılan, filmleri hasılat rekorları kıran
bu üçlü şimdi beraberliklerim mezarlarında sürdürüyorlar...
Eğer varsa ölümden sonra yaşamak üçü eğlencelerine kaldıkları
yerden devam ediyor olabilirler...
Umarım böyledir...
Umarım yine birbirlerini koruyup kolluyorlardır.
ölüme hazır olmayacak kadar da gençti. Onu elimden geldiğince mutlu etmeye çalıştım. Hiç unutmam tedavi için Londra'ya gitmiş, dönüşte bana çok istediğimi bildiği bir vizon palto getirmişti... "Ben seni bilsem Hiltonlarda düğün yapmaz mıydım?" demişti hep... Öldüğünde henüz 57 yaşındaydı. Eğer ölmese çiftlikler, yalılar, köşkler satılmazdı. Birseller dağılmaz ve çökmezdi. O ailenin direğiydi.
Yine 60'lı yıllardayız. Birsel film olarak Muazzez Tahsin Berkant'ın "Küçük Hanımefendi"sini çekmeye karar veriyoruz. Özdemir ve Nejat kitabı bir hayli değişime uğratıyorlar. Yansı dram, yansı salon komedisi. Özdemir tüm ciddiyetine rağmen çok iyi komedi yazardı.
98
Kadro kurmaya başladığımızda jön problemi ile karşılaştık, ikinci en önemli rol Sadri Alışık'in. Anneler, babalar, dadılar, aşçılar hep tamam da jön problemimiz var. Göksel'e önerildi rol. Ancak o konuyu pek beğenmedi. Bir de o sıralar şöhreti gerçekten çok büyüktü... Tam o sırada Ayhan Işık Amerika'dan yurda döndü. Hoolywood'da istediği başanyı elde edememiş, bu arada şöhreti de eski parlaklığını kaybetmişti... Rolü kabul etti. Ancak halk onu vurdulu kırdılı filmlerin sert erkeği olarak tanıyordu ve bir salon beyefendisi olarak yadırganabilirdi. Göksel Arsoy'un "Bu rolü Ayhan'a mı oynatacaksınız? Film ikiseksen yatar yahu" deyişine aldırmadan filme büyük bir istekle başladık...
Ayhan ve Sadri daha sette bir âlemdiler... Onların ilişkisini aralanndaki diyalogun sıcaklığını ve içtenliğini görünce, filmin sonucundan emin olduk. Ben de özel yaşamımda gülmeyi seven biri olduğum için ekibin içinde oldukça rahattım. Film vizyona girdiğinde kıyametler koptu, işletmeciler yüksek hasılatın mutlu sarhoşluğunda ikinci filmi ne zaman çekeceğimizi sormaya başladılar. O güne kadarki tüm hasılat rekorlarını kırmıştık. Aynca Sadri ile Ayhan'ın beraberlikleri herkesi müthiş etkilemişti. Füze gibi öne fırlamışlardı... Muhteşemdiler. Onları yan yana görüp de gülümsememek olası değildi, ikisi de hem çok yakışıklı hem de çok mütevazıydılar... O günleri yaşamış olmak benim hayatımın en renkli dönemi gibi geliyor.
Bu başarımın ardından "Küçükhammın Şoförü"ne geldi sıra. Bu film bir öncekinden daha da çok iş yaptı. Halk bu kadroya bayılıyordu. Özdemir daktilonun başında sabahlıyor, Sadri, Ayhan ve ben aklımıza ne gelirse söylüyorduk... Sonunda daha da iyi çekebilmek için Avrupa'ya gidilmeye karar verildi. Öncelikle Özdemir'in amcası Salah Birsel Avrupa'ya gitti. O gereken izinleri aldı. izlememiz gereken rotayı çizdi. Çünkü yurtdışında öyle istediğin yere kameranı koyup hemen film çekemiyorsun.
99
Nihayet amca Birsel bizi telefonla arayarak tüm izinleri aldığını, paralan yatırdığını ve bizi Paris'te beklediğini bildirdi. Senaryo gereği film gemide başlıyordu... Karadeniz vapurunda yerlerimiz ayrıldı. Ayhan Işık kaptan, Sadri Alışık çarkçı, Vahi Öz çarkçıbaşı, Hulsi Kentmen, Suna Pekuysal, Saltuk Kaplangil ve de iki koca Chevrolet arabalarımız gemiye bindik ve başladık çekimlere... Geminin çalışmadığımız yeri kalmıyordu. Makina dairesinden, balo salonuna, güverteden, kameraya kadar. Yolcular ise doğal figüranlardı. Hepsi nasıl da söz dinler, rol yaparlardı. Aslında hep bu filmin çekiminde insanlarımızın sıcaklığını düşündüm... Akşamlan yemek salonundaki yuvarlak masada önce rol gereği yemeğimizi yer, ardından da kurt gibi acıkmış olarak gerçekten karnımızı doyururduk. Dekor olmaktan çıkan yemekleri bir güzel midemize indirirdik. Ben zayıflama hapıma güvenerek o akışa kendimi kaptırıp yiyordum.
Yemek masasında en güldüğüm şey Sadri olurdu... Sadri yemeğini rakısıyla birlikte yerdi. Ancak son lokmasını bir ressam gibi tabağının bir köşesine dizer öyle bakardı. Tek bir lokma bile olsa onu büyük bir zevkle çatalla oynar da oynardı. Çünkü rakısının sonuyla içmek isterdi. Ama bir çene, bir çene. Derken garson gelir önündeki tabağı alır giderdi. Sadri tabağın arkasından bakar kalırdı... Ağlamaklı olurdu nerdeyse "yarın akşam kaptırmayacağım sana tabağımı"der ertesi gün yine aynı şey olurdu. Artık biz akşam yemeklerinin sonunda bu olayı yaşamayı takip eder ve gülerdik... Sevgili Sadri seni gerçekten çok seviyorum, canım dostum benim.... Tanrı sana uzatmaları oynama izni verdiği için nasıl memnun oldum bilemezsin. Keşke Ayhan da bizimle olsaydı değil mi?
Sevgili Suna...Yıllar önce bir söyleşide "Belgin değil Suna olmayı tercih ederdim. Ben hâlâ sahnedeyim ama o evine kapandı" demiştin ya. O zaman yüreğim burkulmuştu sana. Ama olsun. Aslında yanlış da değil. Ama benim neler
100
yaşadığımı sen bilmiyor musun ki güzel arkadaşım benim... O sıralar hep "Ah belim, ah sırtım" diye inler biz de numara yapar sanırdık. Oysa ne kadar da haklıymış. Meğer şekerciğimin daha o zamanlardan başlamış sırt ağrıları.
ilk durağımız Pire idi. indik çekimler yaptık. Hem geziyoruz, hem iş yapıyoruz. Burada eğleniyoruz da. Suna aynen filmde olduğu gibi çok muzip bir insandır. Zaten çoğumuz olduğumuz gibiydik. Daha sonra Atina'ya geçtik. Burada Yunan basınının
Suna Pekuysal ile Belgin Doruk iyi dosttular... Bu yıllarca sürdü. Ancak Suna Pekuysal'm bir gazete söyleşisinde "Belgin gibi bir köşede gizleneceğime, kendim olmayı tercih ederim " demesi Belgin'i çok üzdü ve "yaşam bize ne gösterecek hiç belli değil" dedi yalnızca ve içi buruldu.
101
ısrarları karşısında bir basın toplantısı düzenledik. Bize gösterilen ilgi gerçekten çok hoştu. Haberlerimiz, resimlerimiz Yunan gazete ve dergilerinde oldukça iyi biçimde değerlendirildi. Artist ve ünlü olmanın, sevilip sayılmanın o güzelliğini en çok bu filmler sırasında yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Ayhan ile Sadri'nin hayranları her geçen gün artıyordu... Zaman zaman Çolphan ve Gülen'e 'kızlar dikkat kocalarınızı her an melekler kaçırabilir" diyordum.. Onlar da gördükleri ilgileri, eşlerine bire on katarak anlatıyorlardı... "Ha bir de o kızıl saçlı, balık elindeki kız sana nasıl da sarılmıştı değil mi Ayhan?" "Yok oğlum o sana sarılandı. Benimki Birgit. italya'nın Napoli kentinde de çekim yaptıktan sonra tekrar gemiye döndük.. İşler saat gibi işliyordu. Sonunda Marsilya limanına yanaştık. Arabalarımız vinçlerle limana indirildi, îki kameramız da bagajlarda. Programımıza göre önce Paris'e sonra Cote Azur, italya, Roma Venedik ve Napoli'den sonra dönüşte yine gemiye bineceğiz. Marsilya'dan Paris'e doğru yola çıktık. Nüzhet önde Fransa'nın Valans kentine geldik. Nüzhet'in arabası bozulmaz mı? Suna, Ozdemir, Nüzhet ve ben tamir için kaldık.
Ayhan, Sadri, Saltuk (Kaplangu), Nejat (Saydam) ve kameraman Turgut Ören yola devam ettiler. Salah Birsel de bizi otelde bekliyor. Bizim araba tamire gitti. Nüzhet ile Ozdemir tamirhanede biz de Suna ile otelde bekliyoruz. Suna ile elimizde koca bir torba kabak çekirdiğini çata çata çat yiyoruz. Sonra da susayınca garson kadından su istiyoruz. Sürahi sürahi... Hem yiyor hem istiyoruz. Sonunda kadın yüzümüze öyle bir baktı ki korktuk... Sonra "bu Türkler ne çok ne biçim su içiyorlar. Bu ne böyle" diye isyan etti.
Bizim çılgın bekleyişimiz arabanın otelin arka kapısına gelemsiyle sona erdi. Hemen arabaya bindik. Saat 18 sularıydı. Bütün gece yol alsak ancak ekibe yetişecektik. Neyse güle oynaya başladık yola. Ancak bir süre sonra arkada oturan Suna ile Ozdemir uyudular ve sonra başladılar horuldamaya... Biri
102
nefes veriyor öteki alıyor... Bu ritm önce bizi güldürdü sonra da sinirlerimizi bozdu. Nüzhet gözleri yan açık yan kapalı direksiyona yapıştı. Benim kucağımda bir kutu lokum ha bire bir onun ağzına, bir kendi ağzıma attım... Neyse sağ salim otele vardık ve ekibe yetiştik...
Paris'teyiz
Biraz dinlendikten sonra başladık çalışmaya. Paris'in altım üstüne getirdik. Change Elisse, Sen Nehri, Eyfel Kulesi ve ünlü kafelerde... işlerimiz tıkır tıkır yolunda gidiyordu. Son gece Ayhan, Sadri, Nejat, Turgut baba, Ozdemir ve Nüzhet "Eh Paris'e kadar gelmişken Pigal'e de bir uğrayalım" dediler.... Ben yorgun olduğum için gidemeyeceğimi söyleyince Ozdemir altın bulmuş madenci gibi sevinerek "Eh Belginciğim o zaman ben de onlara katılayım" dedi.
Duşumu aldım yattım... Hemen uyumuşum. Kapının gıcırtısı ile uyandığımda güneş doğmuştu.... Ozdemir çakır keyf "Günaydın kancığım nasılsın?"-dedi. Ben de güldüm geçtim. İkimiz «de duşumuzu alıp aşağıya indik. Hepsinin suratı darmadağınıktı... Kahvaltı ederken Sadri iki masa öteden "Ulal la pigal... Olalala Ozdemir" diye nara atıyor... O böyle güldükçe, Özdemir'in tası attı.... Kimbilir ne halt ettiniz? diye sinirlendim. Pigal'in şöhreti malum... Ötekilerin, yanlarında yok. Eh bir gecelik kaçamak neyse ama ben oradayım... Çok kızdım. Ben kızdıkça da Sadri "O lala Ozdemir o lala Pigal ahhhh" diyor. Sonunda o kadar kızdım ki Özdemir'in arabasına binmedim. Ayhan'ın yanına oturdum. Arka koltukta Suna, Nejat ve Saltuk var. Sadri artık yolda işi iyice abarttı ve kafasını ön arabadan çıkartıp elleriyle de sesini destekleyerek "Oley Pigal oley" diye bağırdı... Roma yolu bana zehir oldu. Dönüşte boşanmaya karar verdim... Canım Ayhan ile Suna "Aman Belgin Sadri'yi bilmez misin mahsus yapıyor... Vallahi
103
hiçbir şey olmadı Pigal" de diyorlar ama dinleyen kim?
Bu arada bütün paralar, pasaportla Nüzhet'in arabasında. Giderken gece birden kendimizi bir dağ yolunda bulduk. Nüzhet yok olmuştu... Yolu kaybettik. Yüzümüzden düşen bin parça öylesine gidiyorduk. Bu arada Ayhan "Canım her yol Roma'ya gider" diye bizi teselli etmeye bastırmaya başladı... Derken uzaktan ışıklar göründü. Nihayet bir polis görüp yolu sorduk. Sabah yola çıkarsak akşam Roma'da olabileceğimizi söyledi polis...
Hepimiz yorgun ve açtık. Neyse Nejat'ta biraz para varmış. Ayak üstü bir şeyler atıştırmamıza yetti... Derken geceyi nerede geçireceğimiz geldi aklımıza. Sonra çok ucuz fakat felaket bir otel bulduk. Merdivenleri gacırdayan, küf kokan kötü bir otel. Daha önce kameramızın birini bagajdan çaldırdığımız için bu kez ikinci ve son kamerayı çantamızdan daha iyi korumak konusunda kararlıyız. Onu yanımıza aldık. Saltuk "Kızlar burası pek tekin değil. Dolap filan ne varsa kapının arkasına koyun" dedi. Biz de koyduk. Sonra Saltuk kapıyı kontrol edeyim diye bir açmaya kajktı, meğer kapı içe değil, dışa açılıyormuş... Kapı küt diye dışa düşmez mi? Saatlerce güldük... Sonunda yorgun düşmüştük herhalde uyuduk kaldık... Sabah uyanır uyanmaz aşağıya indik. Birer kahve kuruvasan yiyip Roma'ya doğru yola koyulduk.. Nihayet geceyarısı Roma'ya vardık. Ünlü meydana indik... Herkes bir koldan Türk konsolosluğunu aramaya başladı. Suna ile ikimiz arabanın kapıları açık öylece oturuyoruz. Müzik çalıyor, insanlar dansediyor, gezip tozuyorlar... Biz Suna ile hüngür hüngür ağlıyoruz... Sanki küçük birer kızdık ve annelerimizi kaybetmiş gibiydik... Türk konsolosluğu kapalı idi... Neyse tam odalarımıza çıktık ki aşağıdan "Geldiler" diye bir çığlık duyduk. Paldır küldür aşağıya indik... Özdemir'de saç sakal uzamış, yola polis ekipleri çıkartmışlar bzi arıyorlar.. Hemen kucaklaştık.. Özdemir ile nasıl sarıldık birbirimize... O anda
104
kulağıma "vallahi Belgincim. O gece yalnızca seks şovu yapan bir gazinoya gittik. Yalnızca izledik" diyor... Kahkahalarla güldüm hem ona, hem de kendi kıskançlığıma...
Nihayet ertesi gün çekimlere başlandı. Aşk çeşmesine gittik... Sonra da Venedik'e.. Venedik'e daha sonra da defalarca gittim. Bu kentin benim üzerimde garip bir etkisi var çünkü. O eski gizemli şehire, yosunlu taşlarına dokunmak beni hep mutlu etti. Hafif yağmur yağarken San Marko Meydanı'ndaki sessizliği yaşamak kendi hayatımdaki yoğunluktan bir an olsun kurtarır gibi geldi hep bana... Neyse biz gondolları, uçuşan güvercinleri filan çektik... Sonra Roma'ya döndük...
Bir günümüz vardı bize ait. Salah Birsel bir meşhur Cine Citta stüdyolarına girme izni almış oraya gittik. Burada 23 gün önce Richard Burton ile Liz Taylor "Kleopatra" yi çekmişler. Koca koca heykeller... Kendimi arkeoloji müzesini geziyor gibi hissettim. O ünlü taht tam ortada. Muazzam bir havuz içinde bir viking gemisi, dev bir vantilatör... Fırtına sahnesi böyle çekilmiş.. Muhteşem bir görüntü idi... Daha sonra "Babilin Yanışı" adlı filmde kullanılan maketlerden birini gösterdiler. O ünlü yangının nasıl çıktığını biz de olsa dökeriz üstüne gazı, sonra da çakmak tamam... Ama onlar bu koca maketin altına incecik havagazı boruları döşemişler gereken yerlerde delik... Gaz yavaş yavaş veriyorlar, başlıyor maket yanmaya.•... Muhteşemdi... Ancak Ayhan bize katılmadı. "Kusura bakmayın arkadaşlar, bana kompleks geliyor" demişti... Oysa bana kompleks filan gelmedi... Bilhassa gurur duydum. O teknikle babam da film çeker, gelsinler de bizim tekniklerimizle çekebilsinler. Pire'de, Avni Dilligil, bize katıldı. Her şey dama taşı gibi yerine oturmuştu... Dönüşümüz muhteşem oldu... Bizi bütün basın limanda bekliyordu. Bizim de başımızda hasır şapkalar pek komikti...
105
Onuncu Bölüm
SONUN BAŞLANGICI
Eczanelerde büyük reklamlarla satılan "Pat" adlı zayıflama i-lacının büyüsüne kapıldım. Yasal olması en büyük güvencemdi. Ancak içimdeki "Anfetamin"in uyarıcı ve uyuşturucu etkisinin ne yazık ki o tarihlerde gerçek anlamda farkına varamadım. Bir süre sonra da anfetamine alıştım. Kendimi "Himen" gibi güçlü hissediyordum. Hayallerimin ve enerjimin sonsuzluğu ile mutlu oluyordum. O sıralar dünyayı baştan yaratacak kadar güçlü hissediyordum kendimi...
Bu güzel dönem uzun bir süre devam etti. Bu kez zayıflama ilaçlarımla mutlu olduğumu hissediyordum. Ancak olumsuz etkiler bir süre sonra kendini göstermeye başladı. Bir gece yansı bir bayan gazeteci arkadaşıma telefon açıp "Ben Özdemir'den boşanıyorum" dedim. Kız şaşkınlıktan bir an bile konuşamadı... Bir süredir yolunda gitmeyen beraberliğimize bilinçaltı olarak demek ki böyle anlatmak, Özdemir'e bu yolla tepki göstermek istemiştim. Bu bir birikimin karşı konulmaz sonuydu. Özde-mir'in YOĞUN İŞ TEMPOSU BENÎ İYÎCE YALNIZLIĞA ÎT-MÎŞTİ. GECELERİMİ KLASİK MÜZİK DİNLEYEREK, O-KUYARAK VE BELKİ DE BİRKAÇ KADEH İÇEREK GEÇİŞTİRMEYE ÇALIŞIYORDUM. Oysa Özdemir işin stresinden arkadaşlarıyla birlikte bir yerlere giderek kurtulmayı yeğliyordu. Benimle paylaşmaya çok da niyeti yoktu.. Zaten benim şöhretim onu hep çok rahatsız etti. Şimdi düşünüyorum da bir
107
kez bile olsun sahillerde elele dolaşamadık. Kolkola beraberliğimizin tadım çıkaramadık. Düşünsene kocanla başbaşa restorana gittiğin tarihi anımsamıyorsun bile.. Belki de hiç gitmedik... Ama ben halen yine kadınlara özgü o sabırla ve çocuklara özgü umutla bekliyordum... Ama ne yazık ki onun 33 yıllık kaçışı halen sürüyor. Çünkü o gerçek anlamda bur işkolik. Belki eğer varsa öbür dünyada elele dolaşırız Özdemir'le...
Zayıflamaya Devam Ediyorum...
Ertesi gün bütün gazeteciler eve hücum ettiler... Gazeteler 12 yıllık mutlu bir yuvanın yıkılış hikayesini yazdılar uzun bir süre. Memlekette bu kadar çok sorun ve önemli olay varken benim özel yaşamıma bu denli geniş yer ayırmalarına gerçekten çok şaşırmıştım... Belki de ilk o zaman topluma ne kadar mal olduğumun bilincine vardım... Bir yandan da Pat'lann etkisiyle ben iyice zayıflamıştım ve bu arada ilacın miktarını artırmıştım. Çünkü onu içmediğim zamanlar kendimi bir külçe gibi hissediyordum...
Bu arada Özdemir olup bitenlerin şaşkınlığında soran gazetecilere "Evet aymlıyormuşuz. Belgin'in karan bu yönde" şeklinde beyanatlar veriyordu... Ben de bu aralar film çalışmalarımı sürdürüyordum. Hiç unutmuyorum o sıralar Zeki (Mü-ren)nin de kilolarıyla başı dertteydi... (Sevgili Belgin Doruk Zeki Müren'i gerçekten çok severdi ve özlediğini söylerdi. Bu yazı dizisiyle ona pek çok kez mesaj yolladı. Ancak Zeki Müren'in onu bir kez bile aramamasına çok üzüldü... Oysa onun ölümüne en çok üzülenlerden biri de hiç kuşkusuz Zeki Müren oldu... A-ma sevgili Müren o zamanlar bir telefon açıp o güzel sesinizle "Nasılsınız Belginciğim" diye bir soruverseydiniz. Kalbi size kırık olmasaydı bu güzel insanın...)
Zeki'ye benim haplardan yutturdum. O bu aniden gelen ve ayaklarını yerden kesen enerjinin mutluluğunda kendini sokak-
108
lara atmış. Tanıdığı kim varsa ona hediyeler aldı... Ancak bir süre sonra benden daha akılcı davranıp "Enerjinin bu kadan da çok fazla" deyip bir daha Pat almadı...
Yıldırım'a Borcumu Unutmadım...
Bir yandan evde aynlık rüzgârlan eserken ben kendimi iyice olaya kaptırdım. Ve o sıralar pek moda olan sinema oyuncularının sahneye çıkma modasına uyup gelen sahne tekliflerinden birini kabul ettim. Evdeki trafik akıl almaz bir şeydi. Bir yandan başım dönüyor, öte yandan yaşamıma yeni bir yön çiziyor olmaktan dolayı mutluluk duyuyordum. Terziler, gazeteciler, saz sanatçıları, hocalar, afiş fotoğraf çekimleri derken benim ayaklanm iyice yerden kesilmişti. Anfetamin katkılarıyla kendimi Maria Callas gibi hissediyordum... Sevgili Haldun Dormen benim her şeyimle ilgileniyor hatta terzi Mualla'ya bile benimle birlikte gelip gidiyordu. Yüklüce bir avans almış paralann çoğunu harcamıştım bile. Hiç unutmam Mualla ile üç elbise üzerine anlaştık ve ben elbiseleri teslim almadan peşin peşin parasını ödedim. Ancak dikilen iki elbise korkunçtu. Kötü ve çirkin dikme talimatı üzerine hazırlanmış iki giysi... Gülsen Işık bu kıyafetleri gördüğünde "Sahneye bunlarla çıkarsan seni öldürürüm" dedi bana... Ben de onun bu kararına katıldım. Ama çok çaresizdim. Sahneye çıkmama çok kısa bir süre kalmıştı ve henüz hiçbir şey hazır değildi... Allahtan o sıralar Gönül Yazar'ın yanında tanıdığım ve halen çok büyük saygı duyduğum, sevgi ile andığım Yıldırım Mayruk bir gecede bana rüya gibi bir tuvalet dikti... Hem de beş kuruş almadan. Onun bu asilliği beni her zaman çok etkiledi. Ve bugünkü başarısı beni çok mutlu etti... Yolun daha da açık olsun Yıldırım... Biliyor musun ki sevgili dostum bana o gün diktiğin tuvalet geçen gün elime geçti... Artık çok eskimiş. Biraz da küf kokuyor, biraz da acı veriyor bana. Ne çok emek var değil mi o
109
tuvalette... Hem de borcu asla ödenemedi ne yazık ki. Sen bana bunu bir kez bile anımsatmadın ama ben de bir kez olsun unutmadım... Yine sahneye çıkmaya karar verdiğim çılgın anlardan birinde ayaklarım yerden kesilmiş veziyette uçuyordum sanki. İlaçların etkisiyle her şeyi çok kolay görüyordum. Bir gün Zeki'ye telefon açıp sesimi dinlemesini istedim. "Elbette Belginciğim şeref duyarım mutlu olurum" dedi her zamanki kibarlığı ile... Hemen Levent'teki evine gittim. Beni kapıda karşıladı ve yanaklarımı öptü. "Hayırlı olsun, cesur ol. insanlar seni seviyorlar. Bu işi başarırsın" dedi. Salona geçtik. Biraz daha konuştuktan sonra sıra benim şarkı söylememe geldi... O koltukta ben yerde başladım şarkı söylemeye. Bir an Zeki'nin yüzüne baktığımda yüzünün allak bullak olduğunu gördüm. Gözlerini benden kaçırmaya ve kem küm etmeye başlamıştı... Şimdi Zeki Müren'in bu halini öyle iyi anlıyorum ki... O zaman asla kendimde değildim ve çocuğun çaresizliğini göremeyip, ne demek istediğini bile anlamadım. Tüm kibarlığı ile bana "Bak Belginciğim sesin fena değil. Ben sana birtakım sesi açıp boğazı rahatlatan ilaçlar vereceğim onları hemen al kullan. Bir de birkaç hoca adı tavsiye edeceğim onlarla hemen sıkı bir çalışmaya gir" dedi ve bana yardım sözü verdi... Ancak Zeki 'nin önerdiği ilaçlan asla almadım. Unuttum... Hocaları da aramadım ve sonunda olanlar oldu... O günleri anımsıyor musun Zekiciğim? Aslında ben şu an Zeki'yi de içinde bulunduğu durumu da Bodrum'da neden inzivaya çekildiğini çok iyi anlıyorum. Zaten hasta olunca, sağlık bozulunca insanın gözü hiçbir şeyi görmüyor... Umarım kendini toparlar da sevenleriyle kavuşur bir an önce... Çünkü onun sevgisi hepimizin yüreğinde...
Genel Prova
Nihayet özel davetliler için galadan önce bir gece yapılmasına karar verildi. Basın elbette orada. Ben de evden
110
getirdiğim ayna, perde, paspas, koltuk ve sehpa ile küçük bir salona çevirdiğim kapısında "Belgin Doruk" yazan küçük kulisimde sıramın gelmesini bekliyordum. Bir yandan anfeta-minin etkisini, öte yandan Özdemir'in Yunus filmini çekmek için bir aydır Anadolu'da olmam ve de içinde bulunduğum stresli ortam beni iyice kendimden, gerçek benliğimden uzak-laştırmıştı... Tüm sosyete, yakın dostlar ve basının huzuruna çıkmak için nihayet döner sahnedeki yerimi aldım... Allahım o ne korkunç bir andı.. O an demek tümüyle Özdemir'e konsantre olmuşum ki başladım birden Yunus'tan deyişlere...
"Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni... Ben yanarım dünü günü bana seni gerek seni..." demeye. Zavallı Selahattin Erköse arkamdan bağırıyor "Belgin Yıldızların Altında" diye Ama ben onu anlamıyorum bile... Öztürk ise çıldırmış bir halde "indirin şalteri bu kadın iyice çıldırmış. Daha çok rezil olmayalım" diye... İyi ki bu anın daha detayını hatırlamıyorum. Çünkü her hatırlayışımda üstüme bir karabasan gibi çöküyor o an. Gözlerimi açtığımda sevgili annem yine başucumdaydı. Doktorlar çağrıldı. Ama ne yazık ki hiçbiri kullandığım Patın içindeki anfetaminin farkında bile değiller. En eski usule başvurup kurşunlar döküp dualar etmekle basımdaki bu hastalığı savacaklarına inandılar... O sıralar yakın dostum olan Sevgili Rüçhan Camay beni alıp Rafet Kayserilioğlu'na götürdü... Adam bilinçaltıma girebilmek için beni uyutmaya çalıştı. Bir saat sonra bu terapiiye tek cevap veren yanım acıkan karnımın gurultusu oldu. Bunun üzerine Kayserilioğlu hemen çözümü bulup "Bugün iç organlarınız sakin değil. O yüzden başarılı olamıyoruz" dedi ve bizi salıverdi... Aslında ona hiçbir zaman inanmadım ve bir daha yanına bile uğramadım. Bu arada hastane hastane dolaşıp derdime çare olacak bir hekim aradım. Benim sorumun fizikseldi bunu biliyordum. Ama ne yazık ki hekimlerin bana tek önerdikleri şey psikoterapiydi... Oysa ben herkesten önce bir doktor kurbanı olduğumu
111
l
anlamıştım... Keşke onlar da anlasalardı...
Artık pilimin bittiğini hissediyordum.. Eski Belgin'den eser bile yoktu. Olağanüstü bir yorgunluğum vardı... Hasta ve bitkin bir vaziyetteydim, her yanım ayrı titriyordu. Kollarım, bacaklarım, çenem... Her yerim tutmaz halde. O sıralar kimbilir yakınlarımı ne kadar üzüyordum. Gülümü, annemi, kızkardeşimi, dostlarımı... Yaşamımın en acı günleri, kendimi çok zavallı ve çaresiz görüyordum.. Himenliğim, enerjim, gücüm kuvvetim, hayallerim çoktan başlarını alıp gitmişler benim yaşamımdan. Ama yine de içine düştüğüm bu bataktan birilerinin beni kurtarmasını bekliyordum. Ne yazık ki uzanan her el beni daha da aşağılara çekiyor.
En sonunda anfetaminin zararı Sağlık Bakanlığı tarafından anlaşılıyor ve .bir genelge yayınlanarak bu tür ilaçların kullanımı yasaklanıyor. Ama bu arada kimbilir benim gibi kaç kişinin başı yandı. Ancak beni en çok üzen şey son yıllarda özellikle lise çağındaki çocukların anfetamine olan bağlılıkları. Aslında birileri bu çocukları uyarmalı, karşılarına alıp anlatmalılar. Bana bile deseler ben bile anlatırım, söylerim zararlarını...
Bu arada Özdemir elinde avucunda kalan son parayla hayatının kumarını Yunus Emre ile oynamayı sürdürüyordu. Yıllarca paralan ağabeyi Nüzhet idare etmiş, o da yapımcılık yapmak için yollara, sokaklara düşmüştü, işte bu arada elimizdeki mal varlığı tümüyle erimiş görünüyordu... Özdemir Yunus Emre filmini son şansı olarak görüyordu... O öyle dağbaşlannda uğraşa dursun ben yine sevgili annemin yanında yaşam mücadelemi sürdürüyordum. Bana o sıralar sosyete doktoru diye bilinen Dr. Ergun Mengü bakıyordu. (Sevgili Belgin bu ismi verdiğine sonra pişman olmuş, yayınlanmasını engellemek istemişti. Adamı yıllar sonra üzmek istemiyordu. Ama söyledikleri doğruydu. O yüzden bu kitapta ben bir kez daha bu adı kullanmakta herhangi bir sakınca görmüyorum.) Bana
112
fenalık geldikçe Amerikan Hastanesi'ne gidiyorduk o da bana bir diazem yapıp yolluyordu. Çok kötü olduğum dönemlerde de annem hemen ondan yardım istiyor, o da "Biraz Bağdat Caddesine gidin, sinemaya, tiyatroya, alışverişe filan gidin" diyordu. Biz de onun dediğini yapıyor yollara dökülüyorduk. Ama bu sokaklarda bulacağım sanılan huzuru ne yazık ki asla bulamıyordum ve iyice elimden kaçırdığımı hissediyordum.
Bir gün Oya'nın arkadaşı Serpil Tüfekçi; "Belgin'i Lape'ye götürmek en iyi çözüm Hamit Alacalıoğlu diye bir doktor var ki herkesi iyi ediyor, müthiş sonuçlar alıyor" dedi...
Lape Günleri
Ertesi gün Oya ile birlikte Lape'ye gittik. Eski Fransız Hastanesi. Soğuk taş duvarlar, demir kapılar, buz gibi koridorlar, uzak sevimsiz suratlar! O an kendimi ölüme o kadar yakın hissettim ki. Sanki ölmüştüm ve o an ayakta duran yalnızca benim cenazemdi. Oya ile birbirimize sarılarak vedalaştık. Acı dolu bir andı! Sanki sevgili kız kardeşim yanımdan ayrılırken bütün dünya ile ilişkim kesiliyordu... O an Oya ile birlikte geri dönmeyi düşündüm aklımdan. Beni bir hasiphaneye, bir akıl hastanesine kapatıyorlar sandım. Hatta zalimce düşünüp "Benden kurtulmak istiyorlar" dedim kendi kendime. Oya arkasını dönüp giderken biliyorum o da ağlıyordu. Ama dışarıda onu bir hayat kucaklayacaktı. Ya beni taş duvarların arkasında neler bekliyordu acaba?
Beni beyaz geniş kolalı, şapkalı nörsler alıp uzun taş koridorlardan geçirdiler. O an onlar bana Azrail gibi geliyordu ve ben öteki dünyaya göç etmiş de hesap sorulmaya götürülüyor-muş gibi hissediyordum kendimi... Bir yığıntı halindeydim. Durmadan koridorlardaki demir parmaklıklı kapılar açüıyor, nörsler aynı gardiyanlar gibi o koca koca anahtarları bir ceplerine atıyorlar, bir ceplerinden çıkartıyorlardı... Biz yürürken
113
koridorlarda ağlayan, gülen, çığlık çığlığa bağıran insanların sesleri yükseliyordu.. Kendimi gerçek bir ruh hastası gibi hissettim o an. Ve bir daha asla çıkamayacakmışım hissine kapıldım. Böyle şeylerin ise yalnızca filmlerde olacağını sanır, yönetmenin geniş hayal dünyasına hayranlık duyardım. Oysa o olayı yaşadıktan sonra asla gerçek anlamda bu duygunun beyazperdeye yansıtılmadığına inandım daha sonraları...
Nihayet koridorlar sona erdi ve ben son kapıdan sonra salon gibi bir yere çıktığımızı hatırlıyorum şimdilerde. Hemşire yine o insanı ürperten anahtarları ile bir kapıyı açtı. Yüzü son derece a-sıktı. Mutsuzdu, donuktu. Sanki duyguları alınmış birer robot gibiydiler. Yüzünün en ifadesiz haliyle "Burası sizindir madam" dedi. Gözlerime inanamıyordum. Ufacık bir iskemle, demir bir yatak, bir lavabo, demir bir elbise dolabı, masa... Tuvalet ise herkesin ortaklaşa kullandığı bir yerdi ve koridorun sonundaydı. Kâbus gibiydi. Ben o an gözüme dünya güzeli gibi görünen gazinodaki kulisimi özledim... O odayı beğenmezken şimdi korku filmlerinde bile rastlayacağımı sanmadığım bir odaya resmen kilitlenmiştim, korkunçtu. Demir kapıyı sarsıp dışarı çıkmak istedim o an. Ancak hemşire arkasına dönüp bakmadı bile. Bir süre sonra sesim oradaki öteki seslere, çığlıklara karıştı.
Hiç unutmuyorum bir keresinde kolumda uzun demir serum çubuğu ile ayağımı süre süre tuvalete gittim. Ağlıyordum... Hem de için için, hem de hıçkıra hıçkıra... îçinde bulunduğum durum acılığı beni mahvediyordu... Paris, Londra, Atina, en büyük kokteyller, galalar derken Türk Sineması'nın Küçük Hanımefendisi ne hallerdeydi... Tuvalete nasıl gittiğimi, işimi nasıl görüp de geri döndüğümü hep bir kâbus gibi hatırlıyorum... Zaten o günler hep kabus değil miydi ki benim için. Halen kâbus...
Tuvaletten dönerken serumum kolumdan çıkmış ve kanım yerlere saçılmıştı. Acım bir yandan beni üzüyor ama bir yandan da hemşireden yiyeceğim fırçadan korkuyordum. Aman tanrım
114
ne zor günler, o ne uzun koridorlar, o ne bitmez haykırışlar, tedirginlikler, duvarları yumruklamak, kendini öldürmek istiyor insan. Gerçekten de hemşireden dikkatli olmadığım ve yerleri kirlettiğim için inanılmaz bir fırça yedim. Yaşamımı boyunca ilk böylesine aşağılandığımı hissediyordum ve bunu sineye çekemeyip ağlama krizine tutuldum.
Hemen bir iğne yapıldı bana ve sakinleştim... O ilk gece nasıl geçti inanamıyorum. Korkunçtu. Sanki beni bir işkence
makinasına yatırmışlar direnmemi deniyorlardı... Bu hastanede
azılı akıl hastalarının dışında pek çok çeşit hasta vardı.
Gencecik pırıl pml eroinman kızlar ve yalnızlık bunalımından
kurtulamamış genç kadınlar...
tik günün sabahı gözümü açtığımda penceremden içeri
bakan manasız bir çift göz gördüm. Anlamsız anlamsız bana
bakıyordu ama ne görüyordu bilmiyorum. Ben çok ürktüm ve
rahatsız oldum bu gözlerden.
Şok Tedavi
Dışarıdan garip bir çığlık sesi geliyordu. Ben yatağıma büzülmüş korku içinde ne olup bittiğim anlamaya çalışıyordum sonra yataktan fırlıyor küçücük penceremden bomboş koridorlara bakıyor ürperiyordum. Korkumdan ne yapacağımı bilmez haldeydim. Ağlamaya başladım. Sonra sesin kesilmesiyle sustum. Derken nihayet doktor Alacalıoğlu geldi. Beni hemen sıkı bir muayeneden geçirdi. Uzun zaman devlet senfoni orkestrasında keman çalmış olan doktorla ilk keresinde kanlarımız ısındı birbirine.
Şimdi düşünüyorum da ilk anda beni o muayene etseydi belki de yıllarca çektiklerimi çekmeyecek, hastalığın bu kadar ilerlemesine meydan vermeyecektik. Neyse o muayenede görüldü ki hastalığın son aşamasındayız. Alelacele Özdemir'i hastaneye çağırdılar... Bunun yanısıra Ayhan Songar, Özcan
115
Köknel, benim doktorum ve iki profesör kendi aralarında toplanarak bana şok tedavi yapılmasına karar verdiler. Özdemir endişeli fakat çaresiz bu izin kâğıdını imzaladı... Ben ise olan bitenin asla farkında olmayan bir külçe gibi olduğumu hissediyor, beni oradan oraya sürüklemelerine aldırmıyordum bile... idamlık bir mahkumun sonunu beklerkenki halini çok andıny ordum...
Ertesi gün beni "özel şok odasına aldılar. Narkoz verip şoku uyguladılar. O odaya girerken anımsadığım tek şey uzun yataklar, pis kokular, beyaz önlüklü asık suratlı doktorlardı... işlem bittikten sonra kayabalığı gibi yalpaladığım hatırlıyorum bir de. Sedyeler, o kocaman kocaman iğneler, o kötü kokulu, kötü bakışlı hastabakıcılar şimdi bile o kadar net gözümün önündeler ki...
Bu şok tedavi denilen riskli olayı bana üç dört kez uyguladılar. Ancak aldıkları sonuç olumlu olduğu için ilk keresindeki korkumun giderek azaldığını gördüm. Ama yine de bu hastanede olmak cehennem gibi bir şeydi. Canım oradan kaçıp uzaklaşmak istiyordu. Ama bu mümkün değildi. Kilit üstüne kilit altındaydık. Nihayet ikinci haftanın sonunda dışarı çıkma izinleri başladı. Aman Tanrım bu ne mutluluktu. Sevgili Oya ve kızım Gül gelip beni alıyorlar, hep beraber gezip eğlenip dolaşıyor, balıkçı restoranlarına gidiyor o günün her anını en iyi biçimde değerlendirmeye çalışıyorduk. Canım annem ise dayanamadığı, yüreği elvermediği için sanıyorum hastaneye hiç gelmiyordu... Oysa ben onu, evimi, eşimi ve çocuklarımı çok özlüyordum.
Nihayet haftalar Gül'ü, Oya'yı göreceğimin sevinci ile daha da kolay geçmeye başladı. Bütün günü onlarla geçirdikten sonra o ayrılık anında canımın ayak parmaklarından çekildiğini hissediyordum. Yaralı bir kuş gibi kafesime bırakılıyordum. Ya da zararlı bîr insan gibi kilit altında tutulmam gerekiyordu. O zamanlar nasıl ağladığımı, duygu ve düşünce olarak ne kadar yıprandığımı kimse anlayamaz...
116
Bir gün ansızın, ipek Günay, Gülsen Işık, Gül Bora ve Neriman Koksal ziyaretime geldiler... O kadar mutlu oldum ki... Ama onlar zaten yaşam boyu iyi dostum oldular. Hele Neriman'ın o avuçlarımı ellerinin içine alıp da beni teselli etmeye çalıştığı o anı, akıtmamak için zor tuttuğu gözyaşlarını asla
unutamam.
O gün için hepinize birer birer sağol demek istiyorum, sevgili Gül, sevgili Gülsen, Sevgili ipek ve Neriman. Bu güzel anı bana yaşattığınız, beni sevmekten ve dostluğumdan asla vazgeçmediğiniz için sağolun...
O sıralar Elizabeth Taylor da alkol tedavisi görmek için dünyaca ünlü Betty Ford kliniğine yatmıştı. Arasıra okumamıza izin verdikleri bir gazetede okumuştum bu haberi. Hatta terapi olsun diye hastanenin taşlarını bile sildiriyorlarmış ona. Bu arada aldığı ilaçların etkisiyle tatlıya olan arzusu artmış ve epeyce kilo almış... Ben bu satırları okurken elimdeki çikolatanın son lokmasını yutmakla meşguldüm...
Bu arada basın en sonunda nerede olduğumu keşfetti. Dr. Hamit'i günde elli kez aramaya başladılar. Doktor bunu yalan-lasa da onlar asla vazgeçmediler.. Oysa benim için çok kritik bir dönemdi. En ufak bir depresyon beni eski halime döndürebilirdi. Ancak o günden bugüne öylesine bir direncimi artırdım ki, en kötü olaydan bile etkilenmeyecek hale geldim neredeyse. Her türlü acı, kötü ve olumsuz habere hazırladım kendimi. Şimdi çocuklar bile bana ters giden bir haberi söyleyecekleri zaman, ben onların yolunu açıyor "Korkma. Ne diyeceksen bir an önce söyle. Ben hazırım" diyorum...
Neyse gazeteciler, ne yapıp edip objektiflerini hastanenin camına dayamışlar ve bana benzer bir hemşirenin resmini çekip "Belgin Doruk demir parmaklıklar ardında" diye trajedi dolu
haberler yazdılar...
Ben bir yandan sabahlan sevgili doktorumun ziyaretini beklerken, öte yandan dostlarımın getirdikleri çikolataları kutu kutu
117
yiyordum. Şişmanlamaya başlamıştım ama umrumda bile değldi. Ben bu kilitli kapılar ardındaki esaretimin sona ereceği anı dört gözle bekliyordum. Kendi tatlılarım bitince hastanede o demir tabaklarda verilen tatlı benzerlerini bile yalayıp yutmaya başlamıştım.
Ve en sonunda beklenen o an geldi. Artık kendi başıma ayaklarımın üstüne basabileceğime ve eve dönebileceğime karar verildi. Eğer istersem eve dönebilecektim. Allahım o ne mutluluktu! Tanrının herkesi sevdiklerine böyle kavuşturmasını ve bu olağanüstü sevinci yaşamalarını dilerim...
Artık ne nörsler, ne zincirler, ne de şakır şakır şakıyan anahtarlar vardı. Çıkış kapısında beni bekleyen kız kardeşim Oya ve yeni gelin olmuş bebeğim Gül vardı... Onlarla aynlma-macasına sarıldım. Artık mutluydum.. Balık etinde ama kendine güvenen orta yaşlı bir kadın olarak yaşamıma kaldığım yerden devam etmek kararındaydım...
118
Onbirinci Bölüm
TOMBUL TEYZELİKTE KARARLI...
Hayat yine de gülümseyerek bakamıyor ne yazık ki...
- Hayatı boyunca asla alkolün ve uyuşturucunun esiri olmadı... Herkes gibi dost topluluklarında ya da akşamüstleri bir ya da iki kadeh viski içti... Rahatlamak, stres atmak belki de güzel bir olayı kutlamak adına...
- Artık yalnız kalmaktan korkmuyor. Çünkü biliyor ki eşi Özdemir Birsel çalışmak zorunda... Ankara'ya gitmek, işlerini bitirmek... Bunun için bir kurtuluş olsa bile sevdikleri için korkunç bir olay olduğunun farkında...
- Şimdi tek isteği bu diziye sığmayan anılarını kitabında anlatmak, TV dizisinde de canlandırmak... İşte o zaman yaşamı onun için çok daha önemli olacak hiç kuşkusuz... Ömür boyu asla utanılacak bir şey yapmaması onun insan olarak en belirgin özelliklerinden, güzelliğinin ve küçük hanımefendiliğinin
yanısıra...
Hastaneden çıktıktan sonra içine girdiği dönem uzun uzun bizim yaşamımızı etkiledi. Şimdi düşünüyorum da sevgili Özdemir tam ondokuz yıl boyunca aldığım ilaçların, beyin hücrelerime verdiği zararın etkisiyle alışık olmadığı bir Belgin ile yaşamak zorunda kaldı. Onca yalnızlığa karşın yine de bana gösterdiği sabır için ona "Sağol" demek istiyorum. Ve umuyo-
119
rum ki bundan sonraki günlerde daha çok beraber oluruz...
Evet yine geçmişe olan yolculuğumuzu sürdürelim. Sene 1974... Birsel Film hesabına "Gecekondu Rüzgarı" adlı film çekilecekti. Ben kendim oynamak istedim bu filmde. Bunun sanat yaşamımdaki son işim olduğunu tahmin ediyordum belli belirsiz... Muhterem Nur ve Fikret Hakan ile oynamamız da işin başka güzel yanıydı. Muhterem bir devre imzasını atmış önemli bir oyuncuydu. Fikret ise olağanüstü bir oyun gücüne sahip sanatçı. Antohny Quinn'den ne eksiği var ki... Neyse çok güzel bir çalışma oldu.
Bu arada Birsel Film daha önce Türkan Şoray'la "Yedi Kocalı Hürmüz'ü, Zeynep Değirmeneoğlu ile de "Pamuk Prenses'i çekmiş ve dirilmişti. Zaten gerek Hisar, gerekse Birsel Film olarak kaliteden asla ödün verilmedi, masraftan kaçılmadı. Sinemadan ne kazandıysak yine sinemaya yatırdık...
Türkan'ı tanıdığımda çok güzel bir kadındı... Küçük bir kadın çünkü yaşı çok gençti. O da sinemaya ben "Hisar filme bağlıyım. O yüzden oynayamam" diye reddettiğim bir teklifi kabul ederek başlamıştı. Bu Yedi Kocalı'nın çekiminden önce bir gece Rüçhan Adlı ile birlikte yemeğe geldiler bize. Rüçhan Bey zaten çok yakışıklı, gerçek anlamda bur beyefendiydi. Türkan ise dünya güzeli, nazik, çekingen... Onun bu ürkekliğini hep düşünmüş 'Hem Türkiye'nin starı hem de bu kadar heyecanlı? Niye' demiştim. Sonra Türkan'ın setine gittim birkaç kez.. Sonra aradan yıllar geçti görüşemedik. Ben onun filmlerini izliyorum yalnızca. Sinemaya böylesi sıkı sanlısı çok güzel bir duygu, inanıyorum ki gerçek hayatta yaşayamadığı bazı şeyleri sinemada yaşıyor...
Yine son filmlerimden biri de "Pamuk Prenses" orada ben Zeynep'in iyi yürekli annesini oynadım. Çok kısa bir roldü. Ama bu filmle ilgili hoş anı l an m var ki şöyle:
Gazetelerde 7 tane cüce arandığına ilişkin ilan verdik. Bir süre sonra baktık ki Türkiye'nin her yerinden cüceler geliyor.
120
içlerinden çok sıkı bir seçicilikle 7 tanesine karar verildi. Muhteşem dekorlar Antalya'ya kuruldu. Kostüm ve dekor Peyman'a ait. Ben de ona yardım ediyorum. O yedi cücelerin kostümlerinin çıtçıtlarını dikmekten gözlerime tik gelmişti. Her birinde 20 çıt çıt. Ve üçer, dörder kostüm... Yani her biri için 80 çıt çıttan, yedi ile çarparsak 560 tane filan... Pamuk prenses olarak Zeynep'e karar verdik. Ancak Zeynep'in saçlan kızıl ve iki dişi dudağının üstünde, şirin bir dişlek yani... Babasına aldırmadan saçlarını boyattım. Çünkü elimde Walt Disney'in eskizi var. Ben de Zeynep'i ona benzetmeye kararlıydım. Sonra aldım dişçiye götürdüm. Bir günde ona pamuk prenses dişleri yaptırdık. Bembeyaz ve porselenden.
Zeynep'i çok küçüklüğünden beri tanırdım. Daha önce de Ömercik'li ve Ayhan'lı sanıyorum "Yuvanın Bekçileri" diye filmlerimiz olmuştu ve ben bu filmle ödül almıştım... Zeynep'çik sete uyuklayarak gelirdi. Çünkü geceleri babası ne kadar toplantı varsa götürürdü onu...
Neyse Özdemir bu filmlerin ardından işletmeciliğe de başladı ve biz bir kez daha battık... Bu arada Aydın'daki çiftlik, yukarıdaki köşk, mallar hepsi satıldı... Ardından yeşilçamda seks filmleri furyası başladı. Özdemir seks filmi yapamayacağı için toparlanmamız mümkün olmadı. Yeşilçam'ın o dönemdeki batıkları arasında biz de yerimizi aldık...
Aşiyan'a Taşınıyoruz
Çifte saraylardaki evimiz de satılmıştı. Biz de Tevfik Fikret'in evine yakın, yokuşun başında, ağaçlıklar arasında bir villaya taşındık. Özdemir de bu arada Kültür Bakanlığı için, bankalar için belgeseller ve reklam filmleri çekiyordu. Uzun senaryolar yazmış, bu işlerde zorlanıyordu. Çok çalışması gerekiyordu. Bu arada Hülya, Türkan, Fatma ve Filiz'in devri başlamıştı... Hayır hayır en ufak bir kıskançlığım olmadı.
121
Elbette birileri gelecek, ötekiler gidecekti... Yaş dönemi filan diye bir şey var.
Ancak ben onca şok tedaviden sonra, yine şok olaylar yaşamıştım. Son filmimin çekimi sırasında da "Acaba bitire-bilecek miyim?"in stresini yaşamıştım. Bu beni üzmüştü... Ancak yeni ekip ile çok dosttum. Mesela Türkan ile doğum günlerimiz aynı gün yani 28 Haziran'dı. O bana doğum günümde kırmızı güller yollamıştı. Ben de ona. Hoş bir anı yani. Hülya da birkaç kez gelmişti bana. "Dudaktan Kalbe" diye bir film çekmişti bize. Ve kostümlerini birlikte seçmiştik... Filiz, şekercim zaten bana olan sevgisini bilirim, Fatma'yla da yaşadık böyle bir muhabbet...
Ama benim iç dünyamda fırtınalar kopuyordu... Yalnızlık, Özdemir'in iş temposu... Bu arada sürekli kilo alıyordum. Kendimi eve kapatmıştım. Hep yaşadıklarımı ve yaşayamadıklarımı düşünüyordum. Bir Özdemir'in Aydın doğduğundaki sevincini, içip avaz avaz bağırmasını, hastanenin kapısına dayanışını, annelik hissini daha bilinçli yaşayışını anımsıyor gülümsüyor, ancak sonra Aydın'ımı da annemin yetiştirdiği gerçeği ile sarsılıyordum. Şişmanlık, içinde bulunduğumuz ekonomik kriz ve yalnızlık beni çok etkilemişti. Ormanın içinde koskoca evde yalnız bir kadın.
îşte olanlar o gece oldu... Özdemir içeride yine işini yapıyordu ben artık bu dünyada işim kalmadığına karar verdim. Aileme, yakınlarıma sıkıntı ve üzüntü vermekten başka hiçbir işe yaramadığımı düşünmeye başladım. Sevgili kızım da bu arada sevdiği gençle evlenip iyi bir izdivaç yapmıştı...
Gözüm iyice karardı. Ağlıyor muydum hatırlamıyorum. Bir anda ölmeye karar vermiş olmanın rahatlığı içine girdim. Bir kutu uyku ilacını yuttum. Başucumda da bir mektup bırakıp kendimi yatağa attım...
Rahatlamıştım... îşte bütün dertler ve sorunlar bitiyordu.
122
insanlar arkamdan biraz ağlayacak, ölümümdeki dramatiklik konuşulacak o parlak günlerin ardından gelen acı sonum anlatılacaktı. Belki iki torunu özleyecektim en çok. Çünkü onlar dünya şekerleri çocuklar... Onlarla bile istediğim gibi ilgilenemiyordum.
Dalıp gitmişim herhalde... Gözlerimi açtığımda hastanedeydim. Başucumda kızım, kocam... Yaşadığımı anladım. O an neler hissettiğimi asla anımsamıyorum. Mutlu muydum, mutsuz mu?
Özdemir bir ara yanıma gelmiş ve beni öyle görünce çıldıracak gibi olmuş. Kolay mı içeride çalışırken, karısı yatak odasında intihar ediyor. Hemen bir ambulansla beni hastaneye getirmişler. Kolumdan serum vermek için damar bulamayıp, ayak bileğimden kalın damara girmişler... Yani şu an yaşıyor olmamı yine Özdemir'e borçluyum...
Kitaplarım Benim Dostlarım
Bu devrede yanımda hep Sezer Sezin dostum oldu. Zor günlerimin biricik dostu. Daha sonraki zor anlarımda da hep yanımdaydı. Tatlı Sezer'im, senin en kadim dostluğunun karşılığını sana nasıl verebilirim diye ne kadar çok düşündüğümü bilir misin? Maddi manevi hep yanımda oldun ve bana güç verdin...
Ben bu dönemden sonra deliler gibi okumaya başladım. Okumamın asla sonu gelmiyordu. Gözlerim kanlanıncaya kadar okuyordum. Bu alışkanlığım halen sürüyor ve asla vazgeçemeyeceğim bir şey bu. Hastalanmaktan en çok bu yüzden korkuyorum ya doktorlar okumamı yasaklarlarsa benim en büyük korkum... Onun dışında tanrıya şükürler olsun hiçbir alışkanlığım olmadı. Uyarıcı ve uyuşturucu etkisi olan hiçbir ilacı bilinçle kullanmadım. Alkole gelince, her insan ne kadar içerse... Dost yemeklerinde, arkadaşlar geldiğinde (bu o kadar
123
az oldu ki yıllarca...) Ama bazı akşam üstleri yani saat 18.00 ile 20.00 arasında bir duble viskim olur... Hepsi bu. Yani alkolik olmadım asla... Akşamcı bile sayılmadım hiçbir dönem. Ancak zaman zaman o bir, iki kadehin keyfini yaşadım, yaşıyorum da...
Sanat dünyası ile ilişkim tamamen kesilmişti. Kimselerle görüşmüyor ve telefonlara bile çıkmıyordum. Yalnızca Gül Bora, îpek Günay, Gülsen Işık ve elbette Sezer Sezin dostum ile görüşüyordum. Rukiye ve Sermin ile zaten bir hayat yaşadık. Onlar hep yanımda oldular...
Bir gün hiç unutmuyorum yine herkesten çok gizlendiğim bir dönem. Koskoca gözlükler gözümde Nişantaşı'na gittim. Tam bir mağazaya gireceğim ki bir flaş patladı... Daha önce pek çok kez röportaj yaptığımız bir gazeteci arkadaş "Beri E.R. Olcayto.. Vazifemi yapıyorum. Lütfen bana kızmayın" dedi ve yok oldu... Sonra elbette yine gazetede koskoca bir Küçük Hanemefendi'nin yalnızlığı" diye bir yazı...
Bu beni üzen bir olaydı.. Ancak yine böyle bir kaçamak çıkışın sonunda eve dönmek için bir taksiye el ettiğimi hatırlıyorum. Şoför durdu beni aldı. Benim başım önümde. Genç bir çocuktu direksiyonun başındaki "Siz Belgin Doruk değil misiniz?" diye sordu... "Nasıl tanıdınız?" dedim şaşkınlıkla... "Karşı caddede yürürken, yürüyüşünüzden tanıdım sizi" dedi. Mutlu oldum. ...ki o çocuğun yaşı kadar bir dönem olmuştu neredeyse ben sinemadan ayrılalı.... Çocuk başladı bana, Ayhan'a ve Sadri'ye olan ilgisini anlatmaya...
"Sizin zamanınızda duygular çok daha güzel, sıcak ve yalınmış. Şimdi öyle mi? Siz bakmayın artık eskidiğinizi söyleyenlere. Siz her nesille bir kez daha gençleşiyorsunuz" falan. Ne kadar mutlu olduğumu anlatamam...
Şimdi TV'de filmlerimizi zevkle izliyorum. Kiminde ağlıyorum kiminde gülüyorum... Ama şimdi kendi hikayenin gerçek bir TV dizisi olarak ekrana gelmesini istiyorum.
124
Kendimi daha geniş bir kesitte anlatma şansım olacak diye. Kendimi, dostlarımı...
Bunun yanısıra artık yaşamımı tombul bir teyze olarak sürdürmeye, ölümün yalnızca benim için bir kaçış olduğunu da anlamaya kararlıydım. Ölümün artık yalnızca benim için bir kaçış olabileceğini biliyorum. Ya arkada kalanlar... Ve ne güzel ki Tanrı bana okuma aşkını verdi. Can Yücel'in o küçük küçük şiirlerinden sonsuz tadlar almayı, Necati Doğru'nun yorumlarını anlayabilmeyi, ilhan Selçuk ile aynı şeylere kafa sallayabilmeyi...
Yaşamı bir kara mizah olarak görüyor ve bir Pollyanna iyi niyetiyle yaşamaktan zevk alıyorum. Gülmeyi, espriyi seviyorum. Ve yaşamaktan zevk almaya çalışıyorum...
Nevi şahsına münhasır Rafet Hanıma bakıp yaşama daha sıkı bağlanmam gerektiğini görüyorum. 80 yaşındaki tonton annem benim gözündeki katarakta rağmen diziyi okumaya çalışıyor, resimler yapmak için uğraşıyor, şiirler yazıyor... Kendi başaramadığını komşu kızına yaptırıyor. Her sabah yürüyüşleri, cimnastikleri... Böyle bir kadının kızı olmak bana hep gurur verdi..
Acaba Aydın ve Gül benimle ilgili duygulan yaşıyorlar mı?
Ama benim halen hayata tam olarak gülerek bakamamamın çok çok özel nedenleri var... insanın kendi kendine bile söylemediği kadar özel nedenleri...
Benimle ilgili bu diziyi hiç ara vermeden okuyup, telefonlarla, mektup ve telgraflarla sevgilerini, sevinçlerini dile getiren herkese çok çok teşekkür etmek istiyorum...
Bu sevgiyi ne kadar hak ettiğimi bilmiyorum ama, böylesine sevilmeyi Tanrı bana bahşettiği için hayatımın en mutlu günlerini yaşıyorum...
Belgin Doruk sözlerini asla burada tamamlamıyor... Çünkü buraya sığmayan o kadar çok şey var ki anlattığı. Bir gazeteci gözüyle baktığımda bu malzemenin çokluğu beni
125
heyecanlandırıyor. Bir kadın olarak baktığımda ise üzüyor. Türk filmlerinde bile olmaz böyle şeyler dediğim pek çok şeyi onun hayatında yaşamış olmanın garip bir hüznünü duyuyorum...
Sevgili Belgin Doruk'u o çok sevdiğim evinde, şarap rengi kadife koltuklarının, dantellerle örtülü siyah sehpalarının, küçük kadın heykelciğinin ve Abdülhamit devrinden kalma o muhteşem lavabolu dolabının hemen yanında ve o kocaman duvarının arkasında bırakıp çıkıyorum dışarı şimdilik... O benim için hazırladığı çok özel ikramlarını ömür boyu içimde saklayacağımı, kendimi bana bu denli özel hissetmemi sağladığı için yaşadığım güzellikleri bir de...
Sevgili Özdemir Birsel, Gül, Aydın... Lütfen, tüm Türkiye'nin küçük Hanımefendisi"ne iyi bakın olur rnu?
Belgin Doruk'un "EN"Ieri
EN KORKTUĞU... Hasta olmak... Hasta olursam kitap okuyamam ve yine çevremdekileri üzerini diye korkuyorum...
EN ÖZLEDİĞİ.. Bir dünya seyahati. Bir gemi ile tüm dünyayı gezmek. Kimbilir belki de günün birinde bu gerçekleşir.
EN HOŞLANDIĞI ŞEY... Kitap okumak... Çünkü beni hayata yeniden bağlayan şey kitaplar, dergiler oldu. Onlarsız olamam ben. Eğer seçim yapmam gerekse yemekten vazgeçerim, kitaptan geçmem. Bunu herkese öneriyorum. Hanımlar kuaföre gitmeyin kitap alıp okuyun bence. Göreceksiniz böyle çok daha güzel olacaksınız.
EN SEVDİĞİ İNSAN... Gül ve torunlarım...
EN ZEVK ALDIĞI ŞEY... Hali yerindeyse misafir ağırlamak, onlar için sofralar kurmak... Çünkü bunu bir ressam edası ile yapıyor ve o günleri hep çok özlüyor.
EN SEVDİĞİ MÜZiK... Klasik müzik. Bunu küçüklüğümden itibaren çok sevdim. Chopian benim ilk aşkımdı.
126
EN YAPMAK İSTEDİĞİ ŞEY... Torunları ile bir mavi yolculuk... Onların "Anneanne sen gemiyi batırırsın" demelerine aldırmadan bir mavi yolculuk yapmak istiyor...
EN SEVDİĞİ YiYECEK... Halimden belli değil mi yiyeceklerin tümünü çok seviyorum.
EN SEVDİĞİ YAŞAM TARZI... Şık, kaliteli, zarif...
KAYBETMEKTEN EN KORKTUĞU ŞEY... Yaşama sevinci ve anılan...
EN ÖZLEDİĞİ... Yeşilköy'deki genç kızlık anıları...
Anılar Anılar
Evime kapandığım dönemlerde birara kırlara bayırlara çıkıp kimselere görünmeden çiçekler topladım. Onları kuruttum... Onlardan küçük tablolar yaptım... Çevremdeki insanlara dağıttım. Ayağıma ayakkabı almakta güçlük çektiğim bu dönemde gazetelerde "Küçük hanımefendi Aşiyan'daki villasında lüks içinde saltanat yaşıyor" başlıklı haberler çıkıyordu. Onlara ben de gülüp geçecek cesareti kendimde
buluyordum...
- Filmlerde giydiğim her şeyi ben kendim alıyordum. Şimdi düşünüyorum da ne boşa bir yatınmmış... Ama onca mal, mülk arasında insan bu aynmı farkına varamıyor ki... Bu kıyafetlerimin pek çoğunu da ya beni sevip evime gelenlere ya da ihtiyacı olanlara dağıttım... Şimdi benim bedenim ve bana olan bir şeyden başkasına olmasına imkan yok...
- Şimdi benim gibi hap kullanıp zayıflamak isteyenlere bir sözüm var. Bu yol kesinlikle yanlış. Ben kendi irademle doktora gitmeden, hap kullanmadan tam 22 kilo verdim. Yağsız, tuzsuz, tatsız yemeklerle.... Sonra yine özel nedenler ve sıkıntılarla yine kilo aldım... Ama kalori hesabı ve mantıkla kilo verilebilir. Ancak en baştan itibaren dikkatli olmak gerek. Beyinde iki merkez var. Birisinde üzüntü şişmanlatıyor, ötekisinde
127
yazıflatıyor. Benimkisi ne yazık ki şişmanlatan. Üzüntü ve sıkıntı da yaşamımdan eksik olmadığı için zayıflamam çok güçtü.
Şimdi aynaya gülümseyerek bakabiliyorum. Çünkü benim derdim güzellik değil, derli, toplu, bakımlı olabilmek... Kaliteli yaşayabilmek...
- Bizim zamanımızda öyle raylar üzerinde yürüyen kameralar filan yoktu. O üç ayaklı kameraların üç ayağına da birer kalıp beyaz sabun takıp, altına da bir koca su dökerdik, o kamera kayardı... Ne komik değil mi?
- Hayatım boyunca dedikodusuna hep çok korktum... Örneğin diyelim ki Göksel ya da Ayhan ile Şile'de çalışıyoruz. Benim arabam yok o gün yanımda, işim de erken bitiyor. Ayhan ve Göksel'in de. Benim evimden geçecekler metazori... Ama ben onların arabasına asla binmez illaki minibüsün işinin bitmesini beklerdim... Çünkü Boğaz yolunda bizi bir gören olur da laf olur diye... Hayatım boyunca böyle disipliine ettim kendimi...
Rol gereği yaşadığı stresli-bunalımlı kadını bir baktı ki gerçek yaşamına taşımış sevgili Belgin ve gerçek ile düş, düş ile film birbirine karışmış.
Onikinci Bölüm
Özdemir Haklı mı?
Aslında bir keresinde Özdemir Bey "Benim de işim o kadar kolay değil. Yirmi yıl boyunca pek çok sorunu oldu Belgin"in. Böyle bir beraberliği yaşamanın çok kolay olduğu söylenemez"
demişti...
Ona hak veren birkaç kişi daha çıktı karşıma... Belgin Doruk bile Özdemir Birsel'e katılmış ve "Kolay de-
129
ğil, Özdemir tam ondokuz yıl boyunca hiç alışık olmadığı bir kadınla yaşamak zorunda kaldı. Aldığım ilaçlar beni tanınmaz bir hale getirmişti çünkü... Zaman zaman onun bu kaçışlarına hak vermiyor değilim... Üç gün iyi, dört gün bunalımlı bir kadınla yaşamak kolay mı? Üstelik bu evlendiği kadından çok farklıydı. O başka bir Belgin'e âşık olmuştu... Hayatını başka bir Belgin'le paylaşmak isterdi, başka bir kadınla yaşamak zorunda kaldı... Kimbilir o belki sıradan bir kadınla evlense çok daha mutlu olur, başka bir kadınla kendi daha iyi hissederdi. Belki de böyle bir kadınla elele, gözgöze yürümeyi o da isterdi.. Benim yüküm ağırdı gerçekten..."
(Bunları anlatırken ikna etmeye çalıştığı bendim. O asla ikna olmamıştı ve belki de hayatının rolünü evde kendi kendine, bana, eşine dostuna oynuyordu. Çok fazla üstüne gittiğinde de evlan oluyor tansiyonu çıkıyor, terliyor, bir koltuğa yığılıp kalıyordu...)
Öyle ama bu depresyon devresini o tek başına hazırlamamış-tı... Bunun koşullan oluşurken yine yanında büyük bir aşkla evlendiği kocası Özdemir Birsel'in yokluğu vardı... Ona dokuna-maması, destek bulamaması, elini tutamaması, aynı filmi izle-yememesi, mumlarla, çiçeklerle, örtülerle süslediği masada yemek yiyememesi, birlikte Vivaldi, Bach, Beethoven dinleyeme-mesi ve daha kimbilir ne çok masum istek vardı...
Evet zaman zaman depresyona giriyordu sevgili Belgin Doruk. Bir ya da iki hafta beni bile arayıp sormadığı olurdu. Sonra da telefonla konuştuğumuzda;
"îyi değildim canım... Bu heyecanlar bu stresler beni depresyona sokuyor, ölüp gideceğim vallahi. Tam da işleri yoluna girerken ister misin küt diye öleyim? Ne dersin görecek miyim kitabımızın çıktığı, dizimizin çekildiği o günleri..." diye yakınırdı.
130
Kitabın yanısıra yaşamının TV dizisi olması isteği vardı sevgili Belgin Doruk'ta... Hep kendi yerine Aydan Şener'in oynayacağını düşünürdü. Ancak son zamanlarda "Aydan'in yerine bir yarışma açarız, bana çok benzeyen bir kız buluruz... Düşünsene yeni yeni Ayhan'ların, Sadri'lerin, Belgin'lerin çıktığını... O dönem sinemasının anlatıldığını... Son bölümde belki ben de görünürüm, finalde olmak isterim elbette... Ah ah bir şu sağlığım elverse yeter ki" derdi.
Ve ölüm korkusu bir soluk gibi onun yaşamında hep önemli oldu, hep ilk sıralarda aldı yerini... Düşünü kurduğu her umutta kara bir leke gibi "ölüm" korkusu vardı.
Doktora gitmezdi böyle dönemlerde. Eski usul bir sağlık memuru gelir ona bakar, tansiyonunu ölçer, kalbini dinlerdi. Bu dokunuş ve yardım Belgin Doruk için gerçekten çok önemliydi. Yıllarca kendini bu kadim dostuna emanet etmişti.
"O benim vücudumu, ruhumu iyi anlıyor. Hem yeri de çok yakın. Bir telefon edişte yanımda oluyor... Hemen aleti çıkartıp ölçüyor tansiyonumu... Hemen ona göre bir ilaç veriyor, iğne yapıyor beni iyileştiriyor..."
Vişnak Meselesi
Onunla buluşmalarımız gerçek bir keyif olurdu benim için. Neskafe ya da çay faslından sonra sıra hafif alkollülere gelirdi.
Bir keresinde o kocaman vücuduna aldırmadan bir kuş gibi koltuktan kalktı ve yüzünde muzip bir gülümseme geri döndü;
"Şimdi sana çok hoşlanacağın bir içki tattıracağım..." deyip elindeki kadehleri salladı...
Vişnak onun özel içkisiydi. Bu özel içkinin yapımını bana anlattığı anı üç dakika öncesi kadar net anımsıyorum;
"Bak canım o kiloluk votkalardan alacaksın. Bir de dondurulmuş vişneler var ya bir torba da onlardan. Onları bir geniş a-
131
ma cam kapta karıştıracaksın. Bir buçuk çorba kaşığı şeker katacaksın ve bir güzel karıştıracaksın. Sakın ha şekeri fazla kaçırayım deme... Ondan sonra hemen kadehe doldurup içeceksin sanma... En az bir ay kadar bekleteceksin. Ondan sonra kocanla karşılıklı oturup içersin... Ama şimdilik sen benim yaptıklarımı iç. Ben sana hep yaparım sevgili bıcır..."
Gerçekten de son telefon konuşmamızda yine vişnak muhabbeti yapmıştık. Yine bir sabah beni aramış, dizi üzerine biraz konuşmuştuk. Sonra da yine neşeli neşeli;
"Sana tanı iki şişelik vişnak yaptım Bircan... İçilmeye hazır haldeler artık. Gel de beraber içelim. Ha gelirken senin şişmanı da getir tamam mı? Sonra da senin o meyhaneye, îsmet Ba-ba'ya da gideriz nasıl program beğendin mi? Gel de satalım a-nasını şu dünyanın... Öbür dünyada ne olup bittiğini hiç bilmiyoruz ki. Gel içimizdeki bazı şeyleri gerçekleştirelim... Ama istediğim kadar balık yiyeceğim, sakın karışmak yok tamam mı canım, tamam mı?"
Benden tamam da senden ne haber sevgili dostum benim? O vişnakları kim içecek şimdi... Ya benim derin dondurucudaki vişneler ne olacak?
Gerçekten o minik kanapelerin üstüne çok da iyi giderdi vişnak. O bazen bana eşlik eder, bazen de beyaz şarap içerdi... Çok şık ve güzel kadehler seçerdi daima. Onun en önemli özelliği beraberken her şeyi senin için seçmiş duygusunu vermesiydi. Oturulacak yer, ikram edilen şey, konuşulan konu, çalan müzik, sözcükler hep seçilmiş ve sizin için bir yere yerleştirilmiş izlenimi veriyordu.
Bu aslında çok hoş bir duygu. O zamanın, o duygunun, o konunun, o gümüş tepsinin, o insanın o an yalnızca size ait olduğunu hissetmek hoş bir duygu...
Belgin Doruk için kimi zaman çok içki içtiği, hatta alkolik olduğuna ilişkin sözlere hep güldü hiç ciddiye almadı... Bunu o-nunla konuşmuştuk...
132
"Bak pekçok insan gibi ben de zaman zaman içki içiyorum elbette. Bu gecesine, içinde yaşadığım ana göre değişirdi. Öyle her gün her gece sabahtan akşama kadar içki içtiğimi anımsamıyorum. Asla alkolik olmadım ama kimi zaman içkiye sığındım. Kimi zaman fazlaca içtim belki zaman zaman sarhoş bile olmuşumdur. Dediğim gibi bazen hüznün bazen de sevincin taşması, kendini ifade etmesi olmuştur bu ama alkol tedavisi görmedim hiçbir zaman..."
Ya uyuşturucu kullanmış mıydı?
Bunu net olarak sormaya cesaret ettiğimi söyleyemem... Onu kırmaktan, incitmekten korktum her zaman... Bir gazeteci mantığı ile bakıldığında belki bu eksiklik ama önce insan olma duygusu Belgin Doruk ile olan ilişkimde daima ilk plandaydı... A-ma bir keresinde bu konuda kendisi bazı şeyler söylemişti:
"Lape'de geçen günlerimde ve öncesinde ve de sonrasında aldığım ilaçlarda uyuşturucu olmadığını söylesem sana yalan söylemiş olurum. Anfetaminli, uyuşturucu özelliği bol ilaçlar aldım. Ama inan bunlar bilinçli değildi. Benim seçimim değildi. Bilerek ve isteyerek değil. Ama bunlar ne ciddiyette uyuşturucu o da tartışılır... Öyle eroinler, esrarlar hayat boyu görmediğim şeyler benim... Doktorların verdiği ilaçtı. Benim bilinçsizce aldığım ilaçlardı... O ünlü zayıflama haplarında bu tür bolca kimyasal katkılar vardı... Zayıfladığına inanırken muti oluyorsun ve daha çok alıyorsun, içtikçe içiyorsun.
Uzun yıllar ben bunun etkisinde kaldım ve bu ilaçlan kullandım. Yalnızca o anı geçiştirdiğini düşünemiyor insan ve işin garibi, bu ilaçlarla uyuştuğunu farketmiyorsun... Bu ilaçlar insanı bir an, bir zaman içinde uyuşturup olaylan, ilişkileri, yapman gereken işleri, kimliğini unutturuyor. Zaman zaman da inanılmaz bir dinamizm ve güç veriyordu. Bir yükseliyorsun, bir yerin dibine giriyorsun yani... Ama işte bir de finali var bu işin... Küt diye düşüveriyorsun... Allah kimseyi bu ilaçlara muhtaç etmesin...
133
Bunu konuştuktan sonra içki içerken Belgin Doruk'u izledim. Kimi zaman bir şişe şarabı bir saat içinde, kimi zaman bir kadeh arçiyi beş saatte içerdi. Ve ikisi arasında asla görüntüde bir fark yoktu... Ama içki içerken de, çay fincanım tutarken de çok zarifti. Bir şey ikram etmek için o gömülü gibi oturduğu koltuğundan bir minik kuş gibi fırlar ve anında geri dönerdi, içki içmek, bunu hazırlamak onun için keyifti. Yani içip içip de ortalığı dağıtan tiplerden değildi. Ama bence zaman zaman hüznün tünellerinde kayboluyordu sevgili Belgin Doruk.
Bence onun en büyük derdi yalnızlıktı. Bir de, bir türlü gerçek anlamda sahip olamadığı kocası. Biliyorum Özdemir Bey bunları okuduktan sonra kırılacak, sitem edecek, kızacak ama i-şin gerçeği bence bu.
Belgin Doruk yalnız yapayalnız bir kadındı. Ve herkesten gizlediği, kendine bil ediyemediği bir özlemi vardı... Sakladığı bir yürek acısı bir de... Bence bu yürek acısı onun ölümünü hızlandırdı. Çaresizliğe çare arayışları üzdü bitirdi, tüketti onu. U-mutlar bir yerde umutsuzluğa dönüşüyordu...
Derdini paylaştığı kızkardeşi Oya ve en kadim dostu Sezer Sezin bile üzülmesinler diye anlatmadığı çok özel sırlan vardı. Kızına asla anlatmak istemediği, Gül'ün dertlenmesinden korktuğu için içine attığı. Kimbilir böyle zamanlarda dostu belki de içkisiydi. intihar girişiminde başarılı olamama kabusuydu ve belki de düşüydü, kurtuluşuydu...
O evini ailesiyle yeterince paylaşamamaktan üzüntü duyardı ençok. Bir yanda hep üzüntüsünü duyduğu, gerçek kimliğini özlediği oğlu, öte yandan sevgili arkadaşı Zeki Müren'in dediği gibi "Şimdi uzaklardasın gönül hicranla doldu. Hiç ayrılamam derken kavuşmak şimdi hayal oldu" şarkısını adıyla birlikte a-nımsadığı eşi Özdemir Birsel.
Bir kadın olarak asla mutlu olmadığım hep söylerdi, ilk eşi belki yaşı gereği Belgin'i fazla romantik bulmuştu... Ama ikinci eşi yani, aşkı Doruk noktada yaşamayı hayal ederek evlendiği
134
Özdemir Birsel de bu romantizminden rahatsız etmişti.
Kadın kadına yaptığımız dost sohbetlerinde bana anlattığı bazı şeyleri yazıyor olmak bazen beni üzüyor. Ama öte yandan içimde onun haksız ve yanlış anlaşılması beni daha da üzüyor. Onun ilaçlara, zaman zaman da içkiye sığınmasına neden olan birikimleri bilmek hepimizin hakkı gibi geliyor artık bana. Çünkü mezarlığa gelen ve ona bir çiçek atabilmek, gözyaşları ile u-ğurlayabilmek için bekleşen gençlere karşı bir sorumluluk bu diye düşünüyorum...
Çok çok özeller ise asla anlatılmaz... "Bak bunu yazarsan ö-lümü gör" dediği anılar... Halbuki ölüsünü de gördüm artık bu yeminin de bir yeri yok.. Ama sözüm var...
"Özdemir'in ağabeyi bütün para işlerini avucunun içine almıştı. Nüzhet parayı idare ediyor, Özdemir film şirketine iş yapıyor beni de oynatıyorlardı. Bedava bir oyuncu... Ve nüzhetler i-nanılmaz bir lüks hayat yaşıyorlardı. Kan koca hayatın tadını çıkartıyordu. Biz ise köleler gibi çalışıyorduk. Özdemir bir gün bile ağabeyine "Ne oluyor?" diye sormadı. Ben elimde çantalar setten sete koşuyordum... Benim yorulmam, yıpranmam onlar i-çin o kadar da önemli değildi.
Bu arada dikkatimi çeken şey Özdemir'in benim şöhretimden rahatsız olduğu idi. Benimle dışanda yemeğe bile gelmezdi. Ben de dul kadınlar gibi hep Nüzhetlerle dolaşırdım. Bu bende zamanla inanılmaz bir birikim yaptı. Niye kocam yanımda yoktu? Yanımda görünmekten hoşnut olmazdı hiçbir zaman. Oysa benim istediğim ve özlediğim tek şey hangi koşullarda o-lursa olsun kocamla yanyana olabilmekti. Onun en yakınım olduğunu hissetme duygusunu yaşayabilmekti. Eğer bunu hissetmiyorsa evli ya da beraber olan çiftler zaten o işte yolunda gitmeyen bir şeyler var demektir.
Özdemir ile bende böyle oldu. Ben tüm yaşamım boyunca hep bir kocam olduğunu bildim ama sevgilim, can dostum oldu-uğu konusunda hep derin şüpheler taşıdım. Elbette benim de
135
rah sağlığım bir erkeği yüzde elli bile mutlu edecek konumda değildi ama, bana sevgi konusunda cimri davrandı Özdemir...
"Evet acaba şimdi yalnız gecelere üzülüyor mu Özdemir Birsel. Karısını bırakıp da Kültür Bakanlığındaki işi nedeniyle haftalarca Ankara'da yaşadığı o uzun gecelere üzülüyor mu? Belgin onu evde beklerken o bir başka kadında mutluluk yaşadığına üzülüyor mu? O duvarın arkasına gizlenmiş pencereden başka bakacak, görecek yeri olmayan karısını bırakıp da gittiği o gecelere, saatlere, dakikalara üzülüyor mu?
Acaba ona Belgin Doruk'un öldüğü haberi verildiğinde neler hissetti?
Karısını ölmeden önce bir kez daha göremediğine üzüldü mü? Yandı mı?
O an tam yüreğinden yaralandı mı Özdemir Birsel? Çünkü e-ve döndüğünde bu kez onu karşılayan o kocaman kadın değil, yatakta yatan soğumuş bir cesetti...O an neler hissetti? Biliyorum çok üzüldüğünü, bu konuda haksızlık etmek istemiyorum a-ma yine de ölüm anında karısının yanında olmak istemez miydi?
O takım elbisesi, cebinde mendili, kıravatı çok mu önemliydi ki insanları o kılıkta karşıladı... Aynanın karşısına geçip de mendilini düzeltti...
Telefonla arayanların listesini protokol sıralarına göre yapabildi?
Çok üzgün olduğu için karısına yazamadığı veda mektubunu onun yerine kaleme aldığımda, yine protokol ile ilgili şeylere kafası takıldı...
Ve o an kitabın, dizinin ne olacağını sormayı düşünebildi?
Hazırlıklı mıydı böylesi bir ani ölüme, ani elvedaya...
Evet ortak oğullan Ay dm'm birtakım hukuksal zorlukları olmuştu ve o şimdi çok uzaklarda yaşıyordu. Ama düşünce olarak Belgin'in her an yanındaydı... Onun yokluğu Belgin'i gerçekten en çok üzen olaylardan biriydi. Belki işte bu geceler, gündüzler boyu bu düşünceler, bu fikirler tansiyonlarım artırdı onun...
K* &'
136
Bütün Aşklar Tatlı Başlar
Vişnak benim için müthiş bir içkiydi... Bir kadeh, bir daha derken oradan ayrıldığımda çok hafif sarhoş gibi hissederdim kendimi. Ancak iki dakika sonra Boğaz'ın o soğuğunu hissedince kendime gelirdim...
Sevgili Belgin çoğu kez benimle birlikte beyaz şarap... "Hadi bakalım dizimizin şerefine" deyip kadehlerimizi tokuşturur-dukçoğu kez...
Çoğu zaman Özdemir Bey olmazdı evde. Sessiz ve sakin duran yardımcısı ona hizmet ederdi. Eğer yardıma gereksinmesi varsa elbette kızı Gül orada olurdu. En çok da hasta olan eniştesinin haline üzülür "Tam yaşayacağı yaşta adam yavaş yavaş ö-lüyor" derdi.
Bence o sıkıntılarla dolu bir kadındı... Sevgili oğlu Aydın kilometrelerce uzakta olmasına karşın, her an her dakika içinde gibiydi. Onu sürekli düşünmek, bence onu çok yıpratan şeydi. Onu hep yanında hissetti Belgin Doruk. Hep ona ulaşmaya çalıştı.
Dile geçmemiş bir ifade biçimiydi ama bunu, ortak oğlunun bu düşüncelerini eşiyle yeterince paylaşamadığına da üzülüyordu bence...
Yılbaşı gecesi evinde verdiği parti onun yaşadığı son güzellikti belki de... O gece kızı değil dostları olacaktı yanında... Ve oldu da... O gece Özdemir Birsel ile dans etmek, iki sevgili gibi yanyana olmak onun için hoş bir hoşçakal mutluluğu oldu belki de...
O gecenin menusunu bir hafta önceden hazırlamaya başladı. Dostlarına eliyle özel davetiyeler yapıp yolladı. Hepsine küçük küçük armağanlar aldı. Tıpkı çok eski yıllarda olduğu gibi. Aslında yılbaşı geceleri onun için hep çok özel oldu ve çoğu kez kızıyla, torunlarıyla, ailesiyle geçirdi... Ve onlara o günlere ilişkin unutulmaz anılar vererek aldı başını gitti...
137
Sahte mutluluk...
Bu onların birlikte son fotoğraftan... Ölümünden l ay önce...
Ve ikisi de öylesine gülümsüyor. Senarist Özdemir Bey karısına
veda mektubunu benim yazmamı istiyor ve o yalnızca protokolü
düzenliyor.
138
O artık sevenlerinin yüreğinde yalnızca...
Anılarımızda, çocukluk, gençlik düşlerimizde... kimin ilk aşkı halen, kiminin anne yerine koyup sevdiği kadın... kiminin ise benzemek için yapmadığı kalmayan kadınların idolleri...
O estetiğin dokunmadığı güzelliği, zarifliği ile sinemamızın en önemli oyuncularından, devre damgasını bulan sanatçılarından biri...
Ve benim için yeri asla doldurulamayacak bir dost, arkadaş...
Eğer sürçü lisan ettiysem affola sevgili Belgin ve onu sevip, merak edip bu satırları okuyan herkes...
Ona elveda değil, hoşçakal demek istiyorum...
Söz Veriyorum Sevgili Karım Benim...
Şimdi herkes Türk sineması Küçük Hanımefendisini kaybetti diye ağlıyor Belginim... Ama ya ben ben ne yapayım?.. 34 yıllık sevgilimi, eşimi, dostumu, yuvamı, ailemi kaybettim. Canyoldaşımı, sırdaşımı her şeyimi yitirdim canım Belginim...
Tutkular ve sevgiler böyle acı ayrılıklarda daha da ortaya çıkıyormuş meğerse güzel karım benim... Sevgi neymiş, paylaşmak neymiş şimdi daha da iyi anlıyorum canım benim...
Bu tuhaf bir duygu Belgin... Cumhurbaşkanı'ndan, balıkçısına, Başbakam'ndan, öğretmenine, temizlikçiden Genel Kurmay Başkanı'na kadar herkes senin acını paylaşmak için arıyor Belginim...
Ama benim acım paylaşılmaz biliyorsun değil mi?
Kimse beni senin gibi teselli edip, kimse bana senin kadar destek olmaz bir tanem.
Ben oyunculuğuna, sanatına hayran olup saygı duyduğum, güzelliğine, kadınlığına, yüreğine âşık olduğum seninle uzun yıllan yaşamış olmanın ne kadar önemli bir şans olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum...
Üzdük mü birbirimizi Belginim?...
139
Sen beni hiç kırmadın, ben kırdıysam bağışla bir tanem...
Sana sahip olmanın onurunu, güzelliğini bana yaşattığın için mutluyum...
Yeşil köşkün lambası hep yanacak hiç merak etme Belginim.
O çok özlediğimiz elele gezilerimizi de gerçekleştireceğiz hiç merak etme güzel karım benim...
Görüştüğümüzde, tüm hayallerimizi gerçekleştireceğiz, söz veriyorum sevgili karım benim...
Gül büyüdüğünde ise onun en yakın dostu, arkadaşı oldu ve bu ayrılık en çok belki de onu yaraladı.
Onüçüncü Bölüm
Kızı Gül Annesini Anlatıyor
Belgin Doruk'un sağlığında da, ölümünden sonra da Gül ile hep arkadaş olduk... Çok çok uzun uzun oturup konuşmadık a-ma Belgin Doruk bizi hep güzel ve ihanetsiz, yalansız bir duyguda birleştirdi. Bu söyleşiyi de Sevgili Belgin'in ölümünden sonra yaptık...
Gül'ün gözleri hep dolu doluydu bu sohbet sırasında. Annesinin cenazesinde kuruyan gözyaşları sanki yeniden güçlenerek akıyordu. Güzel kızı Deniz de aynı annesi gibiydi anneannesini anlatırken...
Gül çocukluğuna döndüğünde öncelikle şunları anımsıyor;
"Bazen annemin, bazen anneannemin evinde kaldım. Sürekli bana bakan bir mürebbiye vardı. Çünkü annem hep çalışıyordu ve onun yüzünü görmediğim an o kadar çoktu ki.... Karnemi göstermek için bile onu kritik bir anında yakalamaya çalışırdım. Şöyle bir karneme bakar "Ne o spor toto mu karne mi bu?" der imzalar giderdi. Ama hep çocukluğumu yeterince yaşamadığımı düşünüyorum. Ben çocukluğum boyunca bir kez bile olsun annemle babamla elele tutuşup da sinemaya, lunaparka gitmedim. Annemlerle evde oturup oyunlar oynayıp, pikniklere gitmedim. Onlarla paylaştığım o kadar az şey vardı ki... Ben annemi çok özeldiğimde beni alır sete götürürlerdi. Ben de uzaktan onu izlerdim..."
Belgin Doruk'un Gül ile ilgili anlattığı pastane maceraları
141
vardı bana anlattığı. Gül'e bunu sorduğumda o çocukluğundan ve gençkızlık anılarından kalanları şöyle anlattı:
"Babamla yani Faruk Kenç ile evliyken beni alıp pastaneye götürürdü... O onun için önemli bir kaçamaktı. Bir de genç kızken annemle gittiğimiz bir "Ünlü" pastanesi vardı. Gider oradan tatlılar alır sonra da birlikte butikleri gezerdik.
Hatırladığım kadarıyla annem çok gençti ve anne olacak zamanı bile yoktu. Genç kızlığım döneminde ise yine ana kızdan ziyade iki arkadaş gibi olduk. Çok güzel bir dostluktu bizimkisi.
Ama anneme ben hiçbir zaman flörtümü, hoşlandığım herhangi birini ona anlatamazdım. Ama zaten çok genç evlendiğim için pek flörtüm de olmadı... Benim evliliğim onu çok mutlu etmişti... Ondan sonra gerçekten iki arkadaş gibi sürdü ilişkimiz...
Ve o çok genç yaşta kırkına bile varmadan anneanne oldu ve torunları onu hayata bağladı. Zaten aile içindeki bu ilişki sevgi bağı onun için çok önemliydi...."
Gül de kilolanyla başı dertte olan hoş, iyi yürekli duygu dolu bir kadın.... Hep annesini anlatmak istiyor ve bu yüzden çoğu kez daldan dala atlıyoruz:
"Benim de halimden anlayacağın gibi yemek işi bizim ailenin kadınları için problem... Yemeği seviyoruz. Ama sevgili annem o kadar hoş yemekler, tatlılar yapardı ki...
Bazen akşamüstü bizi çaya çağırırdı. Zaten damadı ile ilişkisi müthiş sıcaktı... Gittiğimizde kendimizi her defasında çok ö-zel bir davette hissetmemizi sağlardı. Şekilli kesilmiş salamlar, sosisler, kanepeler, börekler... Bunları hazırlamaktan büyük bir mutluluk duyardı tad alırdı. Onun en büyük zevklerinden biri buydu. Belki de sürekli evde oturmanın verdiği bir duygu bu, ya da yeterince dolu dolu yaşanmamış yıllardan intikam alma duygusuydu belki de bu..."
Annesinin kilo almaya başladığı dönemleri de gayet net a-mmsıyor Gül ve o günlere döndüğünde şunlar dökülüyor dilinden:
142
"Annem kilo almaya hastanede tedavi gördüğü dönemden sonra başladı. Zaten ondan önce ilaç kullanıyor ve böylece zayıf kalıyordu. Bu ilaçlar ona korkunç bir enerji veriyor, iştahım kesiyor, çok konuşuyordu. Ancak ilaçlan kestiğinde boş bir çuvala döndü, iştahı açıldı. Anneme bu ilaçlan kullanmaması için hiç etki edemediğimi düşünüyor ve üzülüyorum zaman zaman. Ama bunu engellemek mümkün değildi. Piyasada reçetesiz satılan Pat diye bir ilaç onu mahvetti.
Onun Lape'ye yatışını hatırlıyorum. Onu teyzem oraya götürmüştü ve biz tam iki hafta sonra onu ziyarete gidebilmiştik. Ben o zamanlar evliydim ve hatta Deniz bile doğmuştu. Anneme hep elimiz tatlılar, çikolatalarla dolu olarak gidiyorduk. Sonraki dönemlerde ise onun da çıkmasına izin veriyorlardı. Onu alır doğru Kavak'a filan balık yemeye giderdik. Çok hoşlanırdı bundan. O saatler hepimiz için o kadar değerli ve önemliydi ki.
Bu yemek dönüşleri o hastaneye gitmek benim için bile bir kabustu. Sevimsiz demir kapı bir yerdi. Hep içerde ne olup bittiğini merak ederdim. Annem ise pek anlatmazdı. Ondan ayrıldıktan sonra kendimi hep çuval gibi hissederdim. O sanlmamız, o ağlayışlanmız, o dönüp dönüp öpüşmelerimiz şimdi bile bana acı veriyor. Ama biliyorsun ki o anı yaşamak zorundasın. O çok sevdiğin insanın iyiliği için buna mecbursun. Allahtan iyileşerek çıktı oradan sevgili, güzel annem benim..."
Gül annesi ve babasının ayrılığından sonra annesiyle beraber oturmaya başlamış ve bu evlenene kadar devam etmiş. O günle^ ri şöyle anımsıyor;
"Hafta sonlan babama gidiyordum. Orada çok sevgili halala-nm vardı. Annemin de çok sevdiği, onların da ona bayıldığı Melahat, Saadet ve îffet hala... Bir gece babamda kalırdım. O beni ertesi gün elimden tutup güzel güzel dolaştırırdı... Pazar günleri akşamüstü anneme geri dönerdim..."
Çoğu kez uslu bir kız olan Gül zaman zaman annesini zıvanadan çıkardığını gülerek anlatmaya başlıyor, ağlayarak tamam-
143
lıyor sözlerini. Çünkü acıda da, sevinçte de, yaramazlıkta da hep anne özlemi var yaşamında:
"Bir sabah uyandım ve okula gitmek istemediğimi söyledim anneme. Gideceksin gitmeyeceksin derken o kadar sinirlendi ki bana Yunanistan'dan getirdiği iskemleli bebeğin iskemlesini kafama fırlattı. Benim alnım anında kocaman şişti ve o buna dayanamayıp benden önce düştü bayıldı. Ve ben okula gitmedim.
Böyle olaylar başıma çok fazla gelmedi. Çünkü annem işe çok erken gidiyor, döndüğünde ise ben çoktan uyumuş oluyordum. Ama yatağıma gelip beni öpüp koklamalarını, okşamalarını hiç unutamam. Bu benim rüyamın en güzel yanıydı belki de... Çalışıyor diye beni bir kenara itmiş değildi. Ama asla birlikte paylaştığımız bir 24 saatimiz olmadı. O yüzden birbirimize hep hasrettik...
Evet bazen eğer normal bir anne olsaydı ilişkimiz çok daha farklı olurdu diye düşünüyorum. Çünkü o zaman başka bir şey yaşıyor insan. Ben on, oniki yaşlarında kendim için alışverişe çıkar ayakkabılarımı filan kendim alırdım. Hele bir keresinde o yaşta dört parmak topuklu beyaz rugan bir ayakkabı almıştım kendime. Annem de bunu görünce çıldırmıştı ve geri dönüp değiştirmiştik birlikte. O geri giderken bile mutluydum. Çünkü benim annem Belgin Doruk'tu ve işte benimle ilgileniyor, kolumdan tutup ayakkabıcıya götürüyordu...
Belki her işimi kendi başıma yapmaktan dolayı ben de çok küçük yaşta olgunlaştım...
Elbette ben evlendikten sonra, o da sinemayı bıraktıktan sonra daha sık görüşür olduk. Sabah 8.30'da herkes evden gittikten sonra hemen annemi arardım. Ne yapıyor diye. Bir on dakika geç kalsam o beni telaş içinde arar birşey mi olduğunu sorardı... Bazen günde beş kez telefonlaşırdık...
Ve herşeyi konuşurduk onunla. Bazen evdeki bir kavgadan sözederdi, bazen de ben ona anlatırdım. Ama ben ne anlatırsam anlatayım daima damadına hak verirdi."
144
Gül asla babasıyla yani Faruk Kenç'le annesi ayrıldığı için onları suçlamamış. ikisini tekrar biraraya getirmek için uğraşmamış... Nedenini ise şöyle açıklıyor;
"Şimdi o seçimini yapmış. Çünkü yaşadığı, karar verdiği kendi hayatı. Eğer babamın tüm iyiliğini, oturaklığına, şefkatine rağmen, bir başkasını tercih ediyorsa yetmeyen bir şey var demektir. O yüzden asla bu konuda ona tek bir sözcük bile söylemedim... Benim için önemli olan kavga etsek tartışsak da, ki bu çok az o-lurdu onunla yaşadığım her anı değerlendirmekti. Bu ikimiz için de çok önemliydi."
Bir çocuk ve genç kız olarak annesinin bunalımlı günlerinden nasıl etkilendiğine gelince;
"Çocukluğumun bitiminde, genç kızlığımın başlangıç döneminde ve sonrasında annem hep rahatsızdı ve dönem dönem bunalıma giriyor, tedavi görüyordu. Bunlar elbette hoş şeyler değildi. Bir genç kız olarak anneni hastaneye kaldırıyorsun, başında bekliyorsun... Bunlar insanı yıpratıyor, farkına varmadan a-sabi bir insan olup çıkıyorsun. Allahtan aile bağlarımız, eşimin, çocuklarımın desteği korkunç. Sevgili halalarımın, teyzemin, anneannemin. Onlar olamasa benim başetmem o kadar da kolay olmazdı.
Ama sağlıklıyken çok şekerdi. Ölüm günü de saat yedilere kadar sokaklardaydı. Alışveriş etmeyi, Paşabahçe'ye gitmeyi çok severdi. Kendisinden çok çevresindekiler için alışveriş e-derdi. Hediye vermeye bayılırdı. Hele anılarının yayınlanmasından sonra herşeyi kabullenmişti. Hele o TV söyleşisinden sonra, artık insanları onu olduğu gibi kabul etmeleri onu müthiş mutlu etmişti."
Sevgili Belgin Doruk'un kıyafetleri hepsi birbirine benziyordu... Bunun nedenini biricik kızı Gülümseyerek anlatıyor;
"îlk zamanlarda Çolphan dikiyordu. Sonra artık ona gidecek vücudu kalmadığına inanarak biraz buralarda bilinen Ahmet diye bir terziye diktiriyor. O onun ölçüsünü biliyordu zaten. Dikip
145
dikip getiriyordu...Annem bu olayı hiç yadırgamadan kabullenmişti... Canım benim o kalın gözlüklerini takıp da uzun uzun kitap, gazete, dergi okumaları hep gözümün önünde. Kendi kendine yetiyordu çoğu zaman...
Öldüğü gün beraberdik. O yüzden inanmak kondurmak çok güç. Geçen gün oturduk teyzemle konuşuyorduk bana "Belgin'i aradın mı?" diye sordu. Yani halen olayın şokunda ve inanama-ma devresindeyiz. Cenaze günü herşey çok boş ve uzaktı bana. Hep yapılması gereken bir takım işler, konuşulması gerekli insanlar vardı. Garip bir şey o an. Hiçbir şey düşünemiyorsun. Düşündüğün tek şey, içinden geçen tek ses, anneni yanına çağırmak oluyor. Onun desteğine gereksinim duyuyorsun. Sonra da olayın akışına bırakıyorsun kendini. Sen de sürükleniyorsun o insanların arasında... Bir çiçeği alıp da onun başucuna koyamıyorsun. Elinden almıyor, sersem gibi oluyorsun. Çok acı, garip biran...
Orada beni en çok etkileyenlerden biri sevgili Çolphan oldu. Biz annemle Sadri'nin cenazesine gidemezken, çünkü o-nun buna dayanacak gücü yoktu, acısının biraz hafiflemesini beklerken o annemin cenazesine geldi. Sadri'ye elbette çok ü-züldü. Çok içi yandı ama gazetelerin yazdığı gibi ölüm nedeninin bu olduğunu sanmıyorum... Bu ölüm onun ruh halini, moralini olumsuz etkilemiş onu demoralize etmişti ama salt bu yüzden öldü demek haksızlık olur.
Annem insanlara haksızlık etmeyi hiç sevmezdi. Bir keresinde banyodan tam yeni çıkmışken bir kapı çalmış ve karşısında elinde fotoğraf makinasıyla bir genç kız duruyormuş. Hafta sonu gazetesinden olan bu kız bir kare ya çekmiş ya çekememiş. Annem bu olaya da çok üzülmüştü. Yıllar önce yaşadığı bir şeydi ama zaman zaman insan haklarına saygı dendi mi kendine yapılan bu ^saygısızlığı anlatırdı,... Çünkü o insanları çok severdi... Hep dost ".isterdi..."
Belgin Doruk insanları, yazarları, ya gazetecileri, bi-
aak
limadamlannı, arkadaşlarını çok severdi. Sinemadan ise en çok sevdikleri Ekrem, Gül Bora, izzet, İpek Günay, Ve kadim dostları Sadri Alışık, Çolphan ilhan, Ayhan Işık, Sefa Önal ve elbette Neriman Koksal, Zeki Müren ile Sezer Sezin, Filiz Akın idi. Türker Inanoğlu ile evli olduğu dönemlerde Inanoğlu'nun Filiz Akın'ı nasıl aldattığını birkaç kez anlatmış, "Ah o Türker yok mu o Türker...karda yürür izini belli etmezdi. Zavallı Filizcik de eve geç kalmayayım, aman ilker'e, Türker'e yetişeyim diye telaş içinde olurdu. Ben de ona üzülür bir türlü bu aldatma işlerini anlatamazdım. Sonra hep beraber olduğumuzda da Filiz'e belli etmemek için âdeta oyun oynardık.
Tatlı, güzel Filizcik... Onu daima çok sevmişimdir...? demişti.
Aslında Suna Pekuysal'ı da çok severdi. Ama bir röportajında Pekuysal'ın "Belgin gibi eve kapanmaktansa, bu halimle sahneye çıkmayı tercih ederim. O güzelliğinin esiri oldu. Ne öyle güzel olmak, ne de eve kapanmak isterim? demesine üzülmüş ve ona kalbi kırılmıştı....
Bu kez Gül'den annesinin kitabı ile ilgili düşüncelerini öğrenmek istiyorum;
"Bu kitap onun için gerçekten çok önemliydi. Elbette di/iden farklı olmalı. Ama bir de çok çok özel sırları anlatılmamak diye düşünüyorum. Ama satıhta bir şeyi o da istemezdi. Çünkü o da eksik anlatılmaktan hoşlanmazdı... Ne bileyim işte sen de onun kızı sayılırsın. Yaşadığın şeyleri yazmak elbette senin de hakkın."
Annesinin son dönemlerdeki makyajını ise şöyle anlatıyor Gül:
"Annem en çok kendi yaptığı makyajı beğeniyordu ve hep o-nu yapmaya çalışıyordu son dönemlerde. Sağ kolu kırık olduğu ve ameliyattan sonra eski işlevini yapamadığı için bu işte zaman zaman zorlansa da yine de beceriyordu ve bu işi yaparken mutlu oluyordu.
147
Şimdi artık ne yazık ki makyajını yaparkenki şakaları anımsayarak avunuyorum... Onu gerçekten çok özlüyorum ve ne olduğunu yavaş yavaş anlayabiliyorum. Annemin evinin olduğu gibi kalmasını istiyorum. Yalnızca onun çok sevdiği o beyaz vazoyu almak istiyorum buraya getirmek için... En çok istediği şey ise mavi yolculuk ile Uzakdoğu idi. Belki salt şimdi onun i-çin gideceğim oralara. Ama biliyorum ki o yaşasa da gitmeyecekti Uzak Doğu'ya. Çünkü o telaş, o uçaklara inip binmelere dayanamazdı o... isteği yalnızca dilindeydi...
Bir de en çok neyi özleyeceğim biliyor musun onu mıncıklayıp öptüğüm o anları. Deniz (kızı) ile birlikte onu yatağa yatırıp mıncıklar, öperdik. Kızınca da tombulum benim der o başından savıncaya kadar öper koklardım...
O çok şekerdi. Özel yaşamında kimseye farklı görünmek i-çin çaba harcamadı. Hep olduğu gibiydi... O yürüyen merdivenlerden çok korkardı. Bir kere teyzemle Capitol'e gitmişler. Orada o merdivenlerle başından geçenleri nasıl anlatmıştı nasıl gülmüştük... Canım benim. Bir kere de benimle Akmerkez'e geldi. Ama baştan pazarlık yaptı ki yürüyen merdivenlere binmeme garantisi aldı benden...
En çok sevdiği şeylerden biri de televizyon karşısında oturup film seyretmekti. Ama en son "Yengeç Sepeti"ne gitmek istedi. Bir türlü gidemedik. Sadri'yi izlemek istiyordu. Sadri altın portakalı aldığında nasıl sevinmiş, nasıl ağlamıştı... Sanki kendi almış gibi...
Canım annem iyi yürekli bir kadındı. Onu hep özleyeceğim ve hep seveceğim... evet zaman zaman Özdemir Birsel ile birtakım zor günler geçirdi... Sıkıntılı dönemler... Birtakım kıskançlıklar... ama onu seviyordu ve birçok seven kadın gibi bazı şeyleri görmezden geliyordu...
Ama içine atıp biriktirdiği o kadar belliydi ki...
Onun ölüsünü gördüğüm anı sorma sakın bana anlatamam...bana o anı kimse sormasın diyemem, söyleyemem. O an bir bende, bir Tann'da bir de annemde gizli kalmalı...
148
Kızı Gül de annesine hep hasret kaldı. Çocukluğu boyunca bir kez bile el ele tutuşup sinemaya, Lunaparka gidemedi.
149
Yıl 1956... Belgin Doruk yaşamının ilk mutluluğunu kızı Gül ile
yaşıyor...
Ancak bu annelik duygusunu bile doya doya yaşayamıyor...
Çünkü para kazanması gerek...
150
Canım Annem,
Sen sahiden gittin mi anne? Sahiden artık kapının zilini çaldığımda, o gülen yüzünle karşılamayacak mısın beni artık? Bunun doğru olduğuna beni nasıl inandırabilirsin, asla asla inanmam buna anne...
Sen milyonlarca insan için ünlü bir sinema oyuncusuydun. Ben uzun yıllar bunun hem sevincini duydum, hem sıkıntısını yaşadım. Sana tam sahip olamamanın o buruk hüznünü. Seni hep birileriyle paylaşmanın o hüznünü. Ana kızlığın tadını ancak 1975'li yıllarda gerçek anlamda yaşamaya başlamıştık ve sen benim en sevgili arkadaşımdın. Canım annem, canım Belginim ben artık kiminle ağlayıp kiminle güleceğim, kimin saçım başım düzeltip, birlikte akşam vakitleri sokağa çıkıp istanbul'u paylaşacağım?
Hiç merak etme Belgin, hiç merak etme güzel annem sen hep benimsin, sen hep benim yaşamımdaki en önemli insansın. Ve benin onurun bana hep yetecek. Ben yine sana anlatacağım o çok sevdiğin torunlarını...
Ama onlara nasıl anlatacağım senin yokluğunu? Şimdi sensiz nasıl çıkacağız o mavi yolculuğa? Olmaz güzel annem artık o hep hayalini kurduğumuz mavi yolculuk olmaz artık...
Ama yeşil bir cennet belki artık seni sarıp sarmalayan. Söz ver anne bana hiç olmazsa orada üzme kendini. Orada iyi bak kendine... Orada buluştuğumuzda kaldığımız yerden devam e-deriz. Hoşçakal anne görüşmek üzere...
Gül...
151
Ondördüncü Bölüm
Oğuldan Annesine;
Kitabın basılmasına beş kala sevgili Belgin Doruk'un yaşamını adadığı biricik oğlu yaşamakta olduğu Fransa'dan telefonla arayarak annesi ile ilgili duygularını kısaca da olsa ifade etmek istediğini söyledi...
Annesinin ölüm haberini duyduğu an tüm dünyasının yıkıldığını belirten Aydın, erkekliğe sığınarak ağlamamaya çalıştı a-ma kimi zaman sessiz ve soluksuz kaldığı anlarda yaşadıktan o kadar belliydi ki...
"Herkes beni anneme o kadar çok benzettiği için aynaya bakmaya bile cesaretim kalmadı sanki... Nereye baksam neye dokunsam hep onu yanımda hissediyorum... Çünkü o buraya geldiğinde çoğu kez ikimiz birlikte yaşadık... Kimi zaman o bana baktı, kimi zaman da ben ona.... Bizim hayattaki en yakınımız birbirimizdik. Bana en yakın o, ona en yakın ben...
Babam hayatımıza bu anlamda asla giremedi... biz birbirine sığınan iki yaralıydık sanki...
Oturduğu koltuğu, yattığı yatağı görünce kafamı oynatacağımı sanıyorum... Onu o kadar çok özlüyorum ki çıldırmak işten değil... Tam herşey düzlüğe çıkacakken annemin o meleğin yüreği, sinirleri, stresleri bu kadar yükü kaldıramadı... Kuş gibi uçtu gitti dünyamızdan...
Ama biliyorum ki annem şu an yanımızda sizi ve beni dinli-
153
yor... Belki şu an benim yalnızlığıma, ona olan ihtiyacıma, ondan başka kimsem olmadığına, elbette Gül ablam var ama, onun da kurulu bir düzeni, ailesi var ve yaşam bir hır gür içinde geçiyor... Ama benim kimsem yok... Çoğu kez bütün gece ve sabah onunla oturup konuşuyorum, ona anlatıyorum yine dertlerimi...
Sanki hiç ölmemiş gibi, sanki benim çaresizliğime dayanamayıp da yeniden dirilmiş gibi...
Annem dünya güzeli olmasına karşın çok şanssız bir kadındı. Kadın olarak hep mutsuzdu. Babam yanımızda değildi çoğu kez. O annemi yalnız bırakmış gibiydi... Bazen telefonla uzun uzun konuşur bazen de o atlar yanıma gelirdi... Birlikte olduğumuz anlar yaşamımızın en güzel anlarıydı...
Kendimi anımsadığım andan itibaren annemin hastalıkları ve bitip tükenmek bilmeyen, mutsuzluğuna, ağlayışlarına, babamın duyarsızlığına tanık oldum... Çoğu kez ağlayışlarına, babamın duyarsızlığına tanık oldum... Çoğu kez anneannem baktı bana... Ama bu bir alışveriş değil, illaki o bana bakmak zorunda değildi. O çalışmak, iyileşmek, tedavi görmek ve acılara karşı güçlü olmak zorundaydı. O yüzden asla gerçek anlamda yaşayamadığım gençliğimin ve çocukluğumun hesabım annemden sormadım... Ama illaki sorulacak, hesaplaşılacak biri var...
Annem bana hayatını verdi... Aklımda kalan en önemli şey bu... Benim için hazırladığı yemekler, üstümü örttüğü, kitap okuduğu, kahveler pişirip yanıma geldiği geceler değil, önemli olan hayatı... Bana adadığı hayatı... Benim bir annem vardı, şimdi o da yok... Benim gönül bahçemdeki çiçeklerin tümü soldu... ancak şimdiden sonra yaşamıma bir çekidüzen verirsem onun da beni görüp rahat edeceğine ve artık ruhunun rahat olacağına inanıyorum... Ama ne olursa olsun benim bir yanım daima eksik kalacak, bir yanım yarım olacak... Belki de tıpkı annemin tarif ettiği o yüzünün yansı gülüp, yarısı ağlayan kadın gibi olacak içim dışım...
Yirmi yaşlarındayken genç kızların peşinden koştukları bir delikanlıydım... ama annemi düşünerek hiç de afişe olmadım
154
buna özen gösterdim. Onun üzülmesine dayanamazdım. Çünkü üzüntü kaldıracak hali yoktu... Babam ile olan tartışmalarımızda hep araya girdi.
Ben duygu olarak annemin en büyük dayanağı idim. O da benim. Bazen birbirimizi çok özlediğimizde ya da etle kemik gibi olduğumuzda "Sen olmazsan ben ne yaparım derdi?" bana. Ya o olmasa ben ne yapardım. Şimdi o yok şimdi ben ne yapacağım?...
içimiz kan ağlıyor bizim... Annemin mezarına gidip üstüne kapanıp ağlayamadım bile. Bu o kadar acı ki... Bu duygu, bu dokunamama yüreğimi parça parça ediyor...
Annem ile herşeyi paylaşmamıza karşın yine de kafasının bir yerinde biriktirip bize söylemediği sıkıntılar vardı... Asla anlatmak istemediği...
Babamdan niçin ayrılmadığına gelince, toplumda bunun hoş karşılanmayacağım düşündü... Aile bütünlüğümüzün yıkılmasını istemedi ve gerçekten de sevdi bu adamı. Herşeye rağmen yüreğinde ona bir yer vardı... Ama kırgınlığı çok da fazlaydı...
Annem hiçbir zaman alkolik olmadı. Hiçbir zaman uyuşturucuyu ilaçların dışında bilinçli olarak kullanmadı... Ancak o zayıflama haplanyla aldığı anfetamin onu yıktı, onu üzdü ve onun yaşamından pek çok güzellik çaldı...
Annemi hep gözlüyorum, yattığı odanın kapısını açamıyor, TV'de yayınlanan filmlerini izleyemiyorum. Burada bile seyredilen bazı Türk kanallarında annemi görünce yüreğim sıkışıyor ve kendimi aynen annem gibi ölüme yakın hissediyorum...
Ama ona sözüm var. Yaşayacağım hayatımı düzene koyacağım ve senin gözyaşlarına neden olan, seni kahreden herşeyin üstesinden geleceğim...
Seni seviyorum ve daima seveceğim anneciğim...
155
Ve bu genç kız günün birinde bir masal yaşadı ve bir baktı ki 39 yıl
geçmiş...
Gözlerinde umut değil yaşanmamış yılların izi var.
156
Canım dostum benim...
Telefon açan bir gazeteci arkadaşım soluk soluğa "Belgin Doruk ölmüş, doğru mu?" dedi bana... "Zeki Müren şakalarından biri herhalde dedim ve hemen seni aradım...
Meğer şaka değilmiş sevgili dostum... Sen çıkmadın telefona, sen o .güzel seninle gülerek "Bircaaannnn" demedin. Bir kadın "Belgin'i kaybettik" dedi. Gül, "Doğru, annem gitti" diye onayladı...
Bir "Hoşçakal" demedin bana, sevgili dostum! Oysa son beş yıldır neleri paylaşmadık ki seninle... Bıcınn, seni çok özleyecek bilmiyor musun?
Ya benim için hazırladığın o vişnaklar ne olacak şimdi? Defterlerinin arasından çıkan kuru çiçekler... Olmadı, olmadı güzel Belgin'im; tam hayatla barışmışken, tam tombul bir büyükanne olmayı kabul etmişken, tam yaşamını dizi yapacakken bizi böyle yüzüstü bırakıp gitmen olmadı sevgili Belgin'im... Ya o salaş bir balıkçı lokantasında yiyeceğimiz balıklar ne olacak? Şimdi ben, "Şu duvarları bir yıksalar da önüm açılsa" dediğin setüstünden nasıl geçerim artık.
"Bu kadar sevildiğimi bilmiyordum..." demiştin anılarının ardından... Ölümünün ardından dökülen gözyaşlarını ben sana anlatamam sevgili Belgin'im ...Seni hep çok seviyoruz ve seveceğiz...
Biliyor musun hani; "Şu kitabı bir görsem de sonra ölsem" diyordun ya işte o kitabın da en kısa zamanda çıkıyor artık... Haberin var mı? Sevindin değil mi, yüreği yüzünden güzel dostum, ikinci annem benim...
Seni hep seveceğim, sevgiyle anımsayacağım...
Hoşçakal, görüşmek üzere sevgili Belginim...
Bircan
157
I
xxx
ayatın iki yüzü vardı onun için: Biri güldürüyor, biri ağlatıyordu! Hayatın güldüren yüzünde, hayal perdesinin erişilmez yıldızıydı o! Yitik gemicilere yol gösteren büyülü denizkızıydı. Yediden yetmişe herkesin sevgilisiydi. Bütün genç kızlar ona özenir, bütün delikanlıların rüyalarını süslerdi.
Hayatın öteki yüzündeyse, acılar, ayrılıklar, özlemler, gözyaşları hiç eksik olmuyordu! O da bütün kadınlar gibi sevilmek, dokunulmak, el ele olmak istiyordu. Oysa ilk evliliği de, ikincisi de acıdan, gönül yaralarından başka bir şey getirmemişti. Dahası, hastane odaları, anlayışsız hemşirelerin azarlamaları, gece çığlıkları, şoklar, demir kapılar, deli kahkahaları, korkunç kâbuslar olarak yaşamını dolduruyor-du! Ve sonunda alkole sığınıyor, sağlığını yitiriyor, yıllar yılı insanlardan köşe bucak saklanarak sonsuz bir hapis yaşamına boyun eğiyordu!...
Elinizdeki kitap, Küçük Hanımefendi Belgin Doruk'u, işte bu bilinmeyen, acı dolu yüzüyle tanıtıyor. Çocukları, yakınları ve Belgin Doruk'un bizzat kendisi, milyonların sevgilisi "Küçük Hammefen-di"nin trajedisini anlatıyorlar...
ISBN 975-325-014-2
AYDA BiR YAYINLANIR AYLIK KİTAPLAR DİZİŞ
|