ORHAN KEMAL BABA EVİ
ISBN-975-478-011-0
Kapak: Erkal Yavi
Baskı : Yaylacık Matbaası, İstanbul
13. Basım, 1998
• Eserin Türkiye'de yayın hakkı Orhan Kemal'in temsilcisi ONK Ajans Ltd. Şti'den satın alınmıştır.
Tekin Yayın Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.
Ankara Cad. Konak Han 43 İstanbul Telefon: 527 69 69 - 512 59 84 ü Fax: 511 11 22
ORHAN KEMAL
BABA EVİ
Roman
TEKİN YAYINEVİ
ÖNSÖZ
"KÜÇÜK ADAM»ı Adana kahvelerinden birinde tanıdım. Sakallı yüzünü avuçları içine almış, düşünüyordu. Açık mavi gözleri, kıvırcık san saçları vardı. Birbirimizi uzun uzun gözden geçirdikten sonra, yanıma geldi. Beni birisine benzettiğini söyledi. Maksadının konuşma kapısı açmak olduğunu anlıyordum.
Derhal ahbap olduk.
Bana hayat macerasını çok sonra, İsrarlarım üzerine, uzun uzun anlattı. Bunları yazmasını söyledim, güldü. -:i, yolumu bekleyen arkadaşlarıma maceralarımı anlatamayacağımı,
66
•1
gurbet ellerde ölüp gideceğimi, bu yüzden de kıyametin kopacağını sanırdım (*).
Arada canım isterse, balık tutuyordum, fakat ekseriya istemiyordu. Bir yük, âsi, hoyrat, kavgacı ve isyankâr bir yük olarak evin dar bütçesine yüklenmek, babamın bütün küfrüne, hattâ dayağına rağmen, böyle lüzumsuz bir yük halinde evi usandırmaktan faydalar umuyordum.
Babam bir söyler, beş söyler... Nihayet bıkar, cehennem olup gitsin bu baş belâsı, der.
Ekseri geceler, eski spor dergileri koleksiyonlarını karıştırır, meşhur futbolcuların resimlerine hayran hayran bakar, maçları yeni baştan, yepyeni heyecanlarla okurdum.
Arkadan, başlardı hayaller...
Memlekete dönmüşüm. Kulüplerden birine girmişim. O haftaki maçta ben de oynayacağım... Nihayet maç günü... Sırtımda yepyeni formam, pırıl pırıl futbol ayakkap-larım... Bu maç çok mühimdir nedense... Bu maçı mutlaka kazanmamız lâzım... Herkesin gözü bende. Takımımız alkışlar arasında sahaya çıkarken, umumî kaptan, beni bir kenara çeker, «Aman,» der, «aman... Bütün ümitlerimiz sende!»
Aldırmayın, gibilerden sahaya fırlarım... Tabiî görülmemiş çalımlar, müthiş şutlar, harikulade goller... Sahadan galip ve halkın alkışları arasında çıkarız, ben şüphesiz omuzlarda...
Az sonra babamın kalın öksürüğü beni kendime getirip hakikatle taslayınca buz gibi bir his... Hırsımdan yumruklarımı ısırırdım. Alçak sesle, fakat hınçla söylenirdim:
— Gidecem, gidecem işte!
Memlekete dönmek için duyduğum arzu, gün geçtikçe şiddetleniyordu. Düşünüyordum ki, ben her şeyden ev-
(*) Şimdi de zannediyorum ki, yazılarımı kitap halinde bastırmadan ölüvereceğim ve kıyamet kopacak.
67
vel, Türk'üm. Askerliğim de yaklaşıyor... Konsoloshanemize gidip, yardım istesem?
Niçin olmasın? Konsolosların vazifesi ne? Yabancı memleketlerdeki vatandaşlarla ilgilenmek değil mi? Bitti...
Lâkin düşünürdüm ki, konsolos, babamla ahbaptı. Ona, oğlunun müracaatı hakkında bir şeyler açacak, hiç olmazsa iznini isteyecekti. Bu takdirde babamın: «Zinharl» diyeceği, gün gibi aşikârdı.
Bir gün, anneme...
— Ben okumak istiyorum! dedim. Beni buralara getirdiniz, cahil bırakacaksınız... Okumak istiyorum ben, okumak!
Annem bu sözlerimi babama anlatır, babam tabiî parlar:
— Hanım hanım, der, aklını başına al! Ben senin gibi kuş beyinli değilim... Bu türlü masallarla o ancak seni. aldatır. Onun bütün derdi; kendi uzakta kalıp, dilediği gibi hareket etmektir... Yoksa ne okumak, ne de bir baltaya sap olmak...
Artık tek bir çare kalmıştı: Kaçmak!
Günlerce ölçtüm, biçtim... Plânlar tasarladım... Türkiye'ye kaçabilmenin yollarını araştırdım. Coğrafya kita-bımdaki Türkiye haritasında Beyrut'la Adana arasını pergelle ölçtüm. Saatte en çok beş kilometre yürüyebileceğimi gözönünde tutarak, birtakım hesaplar yaptım. Ama, gene de bir çürüklük seziyordum bu işte... Herhalde birtakım formaliteler, bir miktar para filân lâzımdı.
Kaçtığımı farzediyordum... Akşam olunca babam bir bekleyecek, iki bekleyecek, bakacak ki oğlan yok, bir telâş, bir gürültü, koşacak polise... Ondan sonrası malûm... Daha hududa varmadan enseleneceğim...
Şu halde?
İsyan bayrağını çekmekten gayri çıkar yol yok!
Bir sabah, çay içecektik, babam dünden kalmış bayat ekmekleri pay ediyordu. Sıra bana gelince:
68
— Al kuçu kuçu! diye iri bir parça ekmeği bana attı. Ekmek, çay bardağına değdi, bardak devrildi, dökülen çay suları ayağımı öyle fena yaktı ki... Zaten doluydum, nasıl fırladım, neler söyledim, bilmiyordum. Yalnız odaya girdiğimi, oda kapısını da suratına hınçla çarptığımı hatırlıyorum...
Bir an korkunç bir sessizlik oldu... Bunun keseme kalmayacağını, babamın, bunun hesabını soracağını biliyordum. Odada şaşkın, bekledim. Sonra, bir iş yapmış olmak için, gittim, dolaptan çantamı aldım, kerevete tam oturdum, babam:
— Ulan, gel buraya! diye bağırdı.
Gitmedim, cevap da vermedim. Her yanım buz gibi ve zangır zangır titreyerek, bekledim. .
O, tekrar çağırdı, gene gitmedim, cevap da vermedim... Tekrar kısa bir sükût... Sonra kapı sertçe açıldı, beyaz gecelik entarisi içinde, mosmor, dikildi:
— Ulan dinini imanını... evlâdı... Çağırıyorum da niye gelmiyorsun?
Hüngür hüngür ağlarken:
— Gelmiyeceğim! diye bağırdım. Bundan sonra hiç bir zaman gelmiyeceğim, sofranıza oturmayacağım... Bana üvey evlât muamelesi yapıyorsun, beni burunluyorsun!
Babam sapsarı kesildi ve kapının topuzunu tutan eli düştü.
Sonra?.. Sonra çekildi.
Okul tasdiknamemle nüfus kâğıdımı ve kendimce lüzumlu birtakım kâğıtlarımı ayırıp paket yaparken, odaya annem girdi. Yanıma çekinerek sokuldu:
— Çok fena yaptın, dedi, -çok fena... Ona da parladım.
— Hayır, diye devam etti. ne olursa olsun, baba daima babadır. Evlâdın vazifeyse...
— Babaysa babalığını bilsin, Allah olmadı ya!
Öteberilerimi paketlemiştim, annem paketime şüpheyle baktı:
69
— Bunlar ne? N'olacak?
— Nüfus kâğıdım, tasdiknamem...
— Niye paket yaptın onları?
— Yaptım işte...
— Niye ycptın? Bir sebebi var zahar... Kesinlikle:
— Adana'ya gitmeye karar verdim, dedim. İcabeder-se kaçacağım!
Annem ağlamaya başladı:
— Pişman olacaksın, umduğunu hiç bir zaman bulamayacaksın, pişman olacaksın, eyvah diyeceksin...
Ağır ağır devam etti:
— Babaya, anaya isyan etmek... Biz, bugün varsak, yarın yokuz... Bu hareketinin acısını bütün ömrün boyunca çekeceksin.
Evdeki itibarım birdenbire yükselmişti. Lokantadan beri yitirdiğim haysiyetimi geri almış, başta Niyazi, kardeşlerimi tam manâsıyla sindirmiştim. Niyazi arasıra dikilmek istese bile, bir tokat, bir çelme, yuvarlanıyor, beybabasına şikâyetten pek de bir şey ummadığı için, bir iki ağlıyor, sonra küsüp bir köşeye çekiliyordu.
Evin de benden nefret ettiğinin farkındaydım. Adaam sen de... Canları isterse... Ben de dünden nefret ettim onlardan...
Babama kızgınlığım aşırı dereceyi bulduğu zamanlar, meselâ şöyle hayaller kurardım:
Memlekete dönmüştüm. Tekrar okul, liseyi filân bitirmişim, subay olmuşum. Aradan yıllar geçmiş... Rütbem hızla yükselmiş, paşa olmuşum... Günün birinde bir harp patlamış... Bir gün huzuruma bir ihtiyar getirirler, saçı sakalına karışmış bir ihtiyar... Boyuna elime ayağıma kapanır, paşam paşam diye yalvarır. Hüviyetini tetkik edince hayretler içinde kalırım ve etrafımdakilerin şaşkın bakışları önünde ihtiyarın boynuna sarılırım:
— Babacığım, babacığım... derim, ben, senin oğlun! O, çılgın^ dönmüştür, hıçkırıklar içinde kendini kollarıma bırakır ve bayılır.
70
• Bi gün Beyrut limanında dolaşırken bir Türk vapuru gördüm. Direğinde bayrağımız... Bu vapur, bu bayrak, bu benim memleketimin, vatanımın bir parçası... Saatlerce oralardan ayrılamadım. Büyülenmiş gibiydim, gözlerim bayrağımıza dikili, heyecandan çalkalanarak, oralarda dolaştım durdum. Sonra o çılgın heyecanla konsoloshanemize koştuğumu hatırlıyorum... Neler söyledim? Beni dinleyenler kimlerdi? Bilmiyorum. Akşam eve döndüğüm zaman hâlâ kendimi bulamamıştım.
İki gün sonraydı, galiba, bir akşamüstü babam, omuzlan çökmüş, geldi. Asık yüzü, sinirli haliyle, köşesine, kitaplarının arasına gidip oturdu. Neden sonra, yüzüme bakmadan:
— Konsolosa söylediklerin doğru mu? diye, kapıyı çarptığım günden beri ilk defa benimle konuştu.
— Doğru... dedim. Başka bir şey sormadı.
Annem lâmba yakmaya kalktı, babamsa, köşesinde, gittikçe karararak, uzun bir murakabeye vardı.
XIX
Her sabah Ermeni çarşısına iner, fırıncı Bağos'tan bayat ekmek alırdım. Bayatlar tazelerden iki kuruş eksi-ğineydi ve bayat ekmek tazeden bereketli olur.
Bu çarşı, Türkçe konuşması, Türkçe şakalaşması, Türkçe sövüp saymasıyla memleketimden bir -parça gibiydi.
Bir bakarsın, adının Ahmet olması lâzımgeldiğini zannettiren bir bakkal, nezleli sesiyle, Turnam'ı tutturmuş, öteden bir kasap, heye heyee... diye onu cevaplıyor, yahut, içerlek bir şekerci dükkânında usta, çırağını döverken Türkçe küfrediyor, bir Türk gibi sinirleniyor, bir köfteci Adana tarzında içli köfteler satıyor!
O sabah kolumdü sepet, ekmek almaya inmiştim. Alçak iskemlelerini dükkânlarının önüne atmış, kahve içip
71
tavla oynayan, yahut nargile tokurdatan esnafa dalmış, ağır ağır yürüyordum. Birden ismimle çağrıldım. Döndüm. Virjin. Balık yüzünden dayak yediğim Ermeni kızı... Yanında bir kadın vardı. Yanıma geldiler. Beni kadına Ermenice tanıttı, kadını da bana Türkçe:
— Şinorik ablam bu işte... Hani o gün...
Kadın otuz beşini aşkın olmalıydı... Boyalı dudakları, sürmeli gözlerine rağmen çökmüştü; şu kadınlardandı..".
— Demek Türk'sün? diye sordu.
— Türk'üm, dedim.
— Türkiye'nin neresinden olursun?
— Adana'dan...
— Adana'dan mı?
— Evet...
— Hangi mahallesinden Adana'nın?
— Hurmalı...
__ ..................ı
Üçümüz yanyana yürüyorduk. Ona lâf atıyorlardı etraftan. Oysa, Adana'nın Bebekli Kilisesi'nden, Papazın bahçesi. Dilberler sekisi'nden bahsederken, duruyor, edepsizce takılan birine edepsizce karşılıklar veriyor kahkahalar yükseliyordu.
Bir ara:
— Demek vatanına döneceksin, ha? diye durakladı. Yüzümü uzun uzun gözden geçirdi.
— Ne mutlu sana, dedi, ne mutlu! ve kesinlikle:
— Git oğlum, diye ilâve etti, memleketine git! Karnının doyduğu yerdir vatan derler ama, kulak asma...
Düşünceli, efkârlıydı...
— Allah o bizim başımızdakilere rahat yüzü göstermesin... diye söylendi. Bizim Türk'le aramızda ne vardı?
Boğos'un fırınını geçmiştik. Müsaade istedim.
— Yook, dedi, bu kız seni bana pek övdü, ille bizim eve gideceğiz...
— Kaabil değil, dedim, eve ekmek' götüreceğim.
72
— Yoksa bizden mi çekindin? Orospuluğumuz bulaşmaz oğlum, korkma. Orospu da Allah'ın kulu, o da insan...
— Estağfurullah... Siz bana hiç bir zaman düşünmediklerimi...
Virjin:
— Yok, yok... dedi, sen ona bakma... Ekmekleri bırak, gel e mi?
Söz verdim. Ayrılırken Şinorik:
— Ben kafadan kontağım kardeş, dedi, beni bağışla, efkârlıyım ben...
Sonra:
— Dur, diye kolumu tuttu, şayet bir daha görüşe-mezsek, aklında kalsın, Adana'ya gidince Seyhan ırmağından benim için bir tas su iç!
Güneş süratle yükseliyordu. Hızlı adımlarla uzaklaştılar.
Ekmekleri bırakıp, Şinorik'lerin mahallesine geldim. Fakir Ermenilerin oturdukları bu mahalle pek haraptı. Paslı tenekeler çakıllı duvarlarıyla, tahtaları çürümüş, basık iğri büğrü evler kalabalığı. Daracık sokaklar çamur içindeydi. Domuzlar sürüler halinde dolaşıyor, kapı önlerine devrilmiş çöp tenekeleri... Yalınayak çocuklar, çamurlara bata çıka koşuşuyorlar, pencerelerde kadınlar, karşıdan karşıya çene çalıyorlar, bir yerlerde bir gramofon * eski bir Türkçe şarkıyı bayat bayat haykırıyordu.
Epeyce dolaştıktan sonra Şinorik'lerin evini nihayet 'buldum. Postallarım çamur içindeydi, patlak yerlerinden adamakıllı su almışlardı...
Beni kapıda sevinçle karşıladılar. Hele Virjin, boynuma seriliverdi. Şinorik:
— Hele kaltağa... dedi, bu, bizi de geçecek!
Basıldıkça kötü kötü gıcırdayan kara bir merdivenden çıktık. Yukarısı genişçe bir odaydı, çamaşır ipine asılı çul, odayı ikiye bölüyordu. Yerde çok eski bir Sivas kilimi... Odanın bir köşesinde bacağı kırık bir masa, masanın üzerinde boş rakı şişeleri, bulaşıktı kablar, balık kılçıkları, yumurta kabukları...
73
Oda, sası sası balık kokuyordu. Şinorik:
— Tenezzül edip de gelmez diyordum... dedi.
Savruk, hamarat, deli... Gitti, kocaman bir cezve getirdi, mangala sürdü. Dolaptan gayet zarif kahve fincanlarını getirdi, kenarları çiçekler işliydi...
— Bunlar bizim rahmetlinin yadigârı... Pariz'den ge-tirdiydi... Satamadık bir bu kaldı...
Sonra Virjin'den bahsetti: Annesi ölmüş.
— Artık bu benim kızım oldu... dedi.
. Virjin'se bebeklerinin cicik kutusunu kerevetin altından çıkardı.
— Baaak, dedi, nelerim var! Bu bebeğe bak... Bunu Şinorik ablam yaptı, bunu da ben... Harigisi daha güzel?!
Onun yaptığının daha güzel olduğunu söyledim, sevindi. Çikolatalardan çıkan küçük "küçük artist resimlerini gösterdi:
— Bunları doktor Altunyan'ın kızları verdi...
— Bu entariyi ben diktim ha... Vallaha ben diktim... Öyle değil mi abla?
Şinorik, çenesini dizlerine dayamış, Virjin'e bakıyordu.
— Aaah öksüz fıkara, ah... dedi, sen bunları zengin çocuklarına bırak da, para kazanmanın yolunu belle, yolunu...
Virjin'in kaim, bembeyaz bacakları, yer yer eprimiş entarisinin yukarılara kaymış eteği altından görünüyordu. Bebeğine yeni bir entari giydirmekle meşguldü ki, merdivenleri birisinin gürültüyle çıktığını duyduk, sonra kapıda belirdi... Kasketinin vizyeri yana dönmüş, saçları darmadağın, ipiri burunlu biri... Şinorik fırladı. Bir şeyler konuştular... Adam beni sordu galiba. Şinorik'in omu-zundan başını uzatıp bana baktı.
Şinorik'i kolları arasına almak istiyordu, beriki kaçınıyor, sinirleniyordu. Sonra birlikte, iplik çulun öbür ta-
74
rafında kayboldular, sesleri duyuluyordu, itişip kakışmalar oldu, arkasından tokat sesleri, küfürler...
— Kim bu adam? diye sordum. Virjin:
— Kegam! dedi, ablamın dostudur, belâlısı...
Bu sırada tekrar tokat sesleri, ağıt ve erkeğin kahkahaları...
— Ablamdan para istiyor gene...
Sesler kesildi, mırıltı halinde konuşmalar başladı.
— Ne istiyor?
— Kumarcının biri... Kaybetti herhalde...
— Vermesin...
— Vermesin mi? Keser ablamı... Öbür taraftan bir sandık açılıp kapandı.
Mangala sürülü cezve kabarıyordu. Virjin cezveyi ateşten çekti, kahveyi fincanlara döktü.
— Her gün neler çekeriz biz...
— Kimden?
— Sarhoşlardan...
— Niye?
— Eee... Şinorik ablam geceleri eve adam alır ya... O orda kompleyken (Çulun öbür tarafını işaret etti), ben sarhoşları bu tarafta idare ederim!
— Nasıl?
— Amaan sende... Hiç bir şey bilmiyorsun... Basba-yâ... Ağızlarına meze veririm, kucaklarına otururum...
— Kucaklarına mı oturursun?
— Para verirlerse...
Odayı korkuyla gözden geçirdim, burnuma birdenbire rakı koktu...
Şinorik'le dostu gene geldiler. Adamın gözbebekleri burun deliklerine akmış gibiydi. Sırıtarak:
— Demek kart horozlardan bıktın he, Şinorik? dedi.
Şinorik onu omuzundan iterek dışarı çıkarmak istedi, adam kapıya dayandı, sonra Şinorik'i bir itişte yere yuvarladı. Beni uzun uzun gözden geçirdi. Şinorik yer-
75
den kalktı, adamı tekrar itti, zorla dışarı çıkardı. BerikF, söylenerek, merdivenleri paldır küldür indi, gitti. -
— Boş ver... dedi Şinorik, itin biri...
Bol bol güldük, şarkı söyledik... Şinorik Adana'darv, anasından, babasından, ilk kocasından bahsetti, sonra falıma baktı, bana mutlak yol göründüğünden ve başımın üstündeki kısmetten bahsetti. Lâfı döndürüp çevirip, memlekete sahiden gidip gitmeyeceğime getiriyordu. Bir ara:
— Bak kızma, dedi, tam senin dengin... Gitmeseydik dost olurdunuz...
Virjin bebeklerine dalmıştı. Şinorik devam etti: ,— Ayının birine nasip olacağına...
Güneş guruba yaklaşırken kalktım. Tekrar tekrar ve-dalaştık. Virjin ağladı. Şinorik, memleketten mektup yazmamı söyledi.
Arkamdan bağırıyordu:
— Unutma ha kardaş, unutma e mi? Seyhan ırmağından benim yerime...
XX
Zaten bekliyorduk, nihayet akşamüstü babam, berr orda değilmişim gibi, anneme: Söyle o oğlana, dedi, yarın hareket edecek...
Annemle bakıştık. Onun gene gözleri dolmuştu. Bende sevinç kasırgası... Bahçeye fırladım. Orda kalsam sevincimi saklamama imkân yoktu.
Artık herkese acıyordum... Babama bile... Niyazi'yle dargın olmamıza rağmen, onu çoktan atfetmiştim, kızmıyordum. Hattâ onu dövdüğüme pişmandım. Öyle iyi kalpli, öyle dokunsalar ağJayacaktım ki... Geride bırakacağım her şeyde bir mahzunluk seziyordum. Kâğıttan kayıklar yüzdürdüğümüz havuz serin şıpırtılarıyla sanki ağlıyordu. Gül fidanları, çamaşır iplerinde başaşağı dönmüş mandallar, tekerleklerinden birisi kopmuş oyuncak araba,
76
futbol topumun parçalanmış meşin, kayışı kopmuş nalın, komşunun avlusunu bizimkinden ayıran' paslı tahtalar, her şeyde bir hüzün, bir öksüzlük...
Niyazi boynunu bükmüştü, sanki «Bizi bırakma âbi» demek istiyor, kızkardeşlerim sanki, «Sen bizi bırakıp gidiyorsun... Biz de burada ölürüz, n'âpalım,» diyorlarmış gibi geliyordu.
Mutfağa girdim. Sapındaki bakır çivileriyle bana bakan yağ tavasına :
— Haberin var mı, dedim, yarın Adana'ya gidiyorum!
Raftaki tencereler, sahanlar, tabaklar, çatal bıçakların beni imrenen bir kıskançlıkla seyrettiklerini zannediyordum. Mutfak kapısında Tekir'le karşılaştık. Belini kamburlaştırarak bacaklarımın arasından geçti. Onu yerden aldım, öptüm:
— Tekir, bUiyor musun, yarın Adana'ya gidiyorum! Miyavladı.
— Yok, yok... Seni de götürmerp... Sen burada kal, onlara da yazık!
Tekrar miyavladı.
Onu yere bırakıp, annemlerin yanına geldim. Annem bohçamı hazırlarken, sessiz sessiz ağlıyor, bize bunu göstermemeğe çalışıyordu. Bu, bana çok dokunmuştu, lâkin memlekete gitmenin sevinci...
Sonra, sofaya çıkıyorum, sofadan odaya, odadan mutfağa, mutfaktan bahçeye, bahçeden helaya... Helanın yeni rendelenmiş tahtasına kurşun kalemiyle bir şeyler yazıyor, bir tarih düşürüyordum, sonra bunu babamın görmesinden korkarak karalıyorum.
Babam, onda hiç değişiklik yoktu... Gene kitaplarının arasında, gene kaşları çatık...
Gece, Niyazi'yle koyun koyuna, neler konuşmadık.
— Meselâ, dedim, benim yerimde sen olsaydın... Öyle farzet... Sen gidiyormuşsun. Adana'ya... Ha? Ne yapardın?
Düşündü, düşündü...
— Ben olsam, ben gitmezdim ki...
77
— Niye lön?
— Gitmezdim işte.
— Peki ama, niye?
— Niye... Niyesi var mı, yazık değil mi ona? Onun kimsesi var mı bizden başka?...
Kendimi taş kalpli buldum ama...
— Cin Memet'in kardeşine selâm söyleyim mi senden?
— Söyle...
— Başka ne yapiym senin yerine? Düşündü, düşündü...
— Taş köprüye çık, ırmağa bak! İçini çekti.
— Olur, dedim, senin yerine uzun uzun bakarım. Sert hiç üzülme... Sana her hafta mektup yazarım, spor mecmuaları gönderirim...
Tekrar içini çekti.
Sabahleyin babamın sarsmasıyla uyandım.
— Yola gidecek insan böyle eşşekler gibi uyur kalır mı?
Fırladım. Kardeşlerim de... Etrafımı aldılar... Babam çok sinirli görünüyordu.
— N'oluyorsunuz be? diye bağırdı. Sizi tepip gidiyor işte... Nesine sanki?
Elbisemi çabuk çabuk giyiyorum, yüreğim sevinçten çatlayacak... Bütün dikkatime rağmen, su testisini deviriyorum, az sonra kolum lâmbanın camına çarpıyor, kediye basıyorum.
Babam çamaşır bohçamın başında... Annem çamaşırlarımı ona gösteriyor:
— İki don, fildekos fanila, iki firenk gömleği, bir atlet fanilâsı... Şu da var ya hiç hayrı kalmamış, tekmil eprimiş...
Babam:
— Koy, diyor, benim yün fanilamı da koy... Annem, onun yün fanilasını getirip koyuyor.
78
— Eldivenlerimi de... Eldivenlerini de koyuyor.
Ve bohçam bavuluma yerleştiriliyor.
Bahçeye son defa çıkıyorum. Havada tatlı bir serinlik var, güneş doğuyor, gökyüzü pespembe... Havuzun fıskiyesine kırmızı başlı bir Arap bülbülü konmuş, şakı-yıp duruyor. Gül fidanlarında berrak damlalar titreşiyor. Tekir kedi helanın kapısı önüne oturmuş, yüzünü yıkıyor. Bir baştan bir başa gerili çamaşır ipinin üzerinde cıvıldaşan serçe kuşları...
— Hani nerdesin ulaaan? . Koşuyorum.
— Neredeydin?
— Heladaydım...
— Allah Allah... Anadan babadan ayrılan bir evlât bu kadar sevinir mi?,
Kardeşlerimle son defa öpüşüyoruz. Ağlıyorlar. Sıra annemdedir. Eüni alıp öpüyorum, o da hıçkırıklar içinde, yüzümü defalarca öpüyor. Bir zaman ana-oğul öylece kalıyoruz. Babam bütün bunları görmemek için olacak, sokağa çıkmıştı; bekliyor, sabırsızlanıyor...
Nihayet, bavulum elimde, çıkıyorum. Geride bıraktıklarımın birdenbire yükselen ağıtları... Kızkardeşlerim arkamdan tas tas su döküyorlar...
Niyazi'yle yanyana yürüyoruz, bavulumu alıyor. Babam önümüzde. Onu ensesinden görüyorum. Kırışmaya başlamış, incelmiş bir boyun.
Uzun uzun yürüyoruz... Yolda babam bir kereçik olsun dönüp de bakmıyor. Niyazi'yle usul usul konuşuyoruz. Güneş süratle yükseliyor, sıcak basmakta...
İstasyonda babam sekiz tane muz alıyor. Üçünü yiyoruz, beşini yolda yersin diye bana hediye ediyor. Lâkin gözlerini benden daima kaçırıyor, başka başka yerlere bakıyor. Bir ara:
— Gidince onlara söyle, dedi, söyle, de ki; onlar orda sefalet içindedirler... taş kalbleri yumuşasın biraz!
79
Hâlâ bakmıyor yüzüme... Cigarasmm dumanını istasyon binası tarafına üflüyor...
İlk kampana!
Babamın heyecanlandığı besbelli... Cigarasından üst-üste, sinirli sinirli duman alıyor. Bir şeyler söyliyecek gibi...
Son kampana!
Niyazi'yle sarılıp öpüşüyoruz, ağlıyor ve aceleyi© trenden iniyor. Babamın pencereye uzanan elini alıp öpüyorum.
— Yahut, diyor, onlara bir şey söyleme... Sen yalnız "kendini düşün, kendini ve mektebini... Bizi Allah düşünür!
Lokomotifin keskin düdüğü, tren sarsılıyor, yürümeye başlıyor.
— Allah yolunu açık etsin evlâdım!
Tren hızlanıyor. Babamla Niyazi kompartımanın yanında, koşuyorlar...
— Sık sık mektup yaz, bizi sıhhatinden haberdar et...
Tren belli bir kavisle onları gerilerde bırakırken, babam arkasını dönmüş, başı öne eğik. Niyazi mendil sallıyor.
İçimde müthiş bir garipseme... Tren gittikçe hızlanıyor. Sonra dağlar, Lübnan dağları... Ovalar, ovalarda muz tarlaları... İstasyonlar geçiyoruz. Yemyeşil ağaçlar, agel, kefiye, fes, parlak güneş, sonra deniz...
Hepsi bu kadar...
XXI
Trenden iner inmez, memleketimin Haziran güneşiyle ısınmış toprağını öptüm. Sonra elimde bavulum, düştüm yollara. Bir arabaya binecek kadar param vardı. Lâkin araba beni memleketimin toprağına basmaktan alıkoyacaktı. Hem, kimbilir, belki de benim kadar hızlı gidemi-yecekti.
80
İçimde gittikçe bir çalkantı!1
Güneşe, toza, her şeye, her şeye rağmen, koşmaya başladım. Cin Memet'i şaşırtmak için hazırladığım Arapça cümleler dudaklarımdan dökülüyor. Eleni, Virjin, Mat-baatül-Haceriyye, portakal bahçeleri içindeki papaz, mektebi, masmavi deniz, muz tarlaları, Ermeni çarşısı, bütün bir Beyrut kafamda kaynaşıyordu.
Şehre bir ucundan giriverdim. Merftleketim bana birdenbire pek harap gözüktü. Neşesi kırık sokaklar, neşesi kırık sokaklarda zayıf, terli kediler, insana kocaman kilit-leriyle ters ters bakan, sahipleri iflâs etmiş Sıra sıra mağazalar...
Babaannem umurumda değildi. Ona daha sonra gidebilirdim. Şimdi gitsem, kaabil değil beni bırakmıyacak, babama, anneme, kardeşlerime ve Beyrut'a dair bitmez tükenmez sualler soracak, ağlıyacaktı.
Bavulumu bir emanetçiye bırakıp, koşuyorum Cin Me-met'lere... Yaz günleri biraz geç gölgelenen mahalleye yaklaştıkça heyecanım artıyor. Arsasında futbol oynadığımız, tozlu sokaklarda donsuz sümüklü çocukların haşrol-duğu ve yorgun işçilerin paydos dönüşlerini hatırladığım bu köpeği bol mahalle bile ne kadar değişmişti... Acı güneşin altında isteksizce uzanan yollar, sıvaları daha da dökülmüş ahşap'evler... Futbol oynadığımız arsanın etrafı dikenli tellerle çevrilmiş, arsada kırmızı kırmızı kiremit yığınları, kireç çukurları, tahta bir baraka...
Sonra Cin Memet'lerin evi... Tahta saçakları dante-lâlar kadar işlemeli pembe ev. Biz arsada futbol oynarken, Cin Memet'in uzun, sinirli annesinin bizi çatık kaslarıyla seyrettiği cumbalı pencere... Kafes inikti. Bu kafes yaz kış açık dururdu halbuki...
Kapının yüzüklü bir ele benzeyen tokmağını çalarken titriyorum. Kapı tahtalarıyla aşinalığımız var. Boyalı kalemimle senelerce evvel bir gün Şa, şa, şa! yazmıştım, hâlâ silinmemiş, yalnız rengi solmuş.
Kapıyı tekrar, az daha kuvvetle çalıyorum. Derinlerde terlik sesleri ve aydınlık aydınlık öten bir çıngırak. Ka-
81
pı açılıyor. Hiç tanımadığım, genç bir kadın. Kimi aradığımı soruyor. Söylüyorum. Düşünüyor. Göğsü fazla açık, kısacık entarisi... Gözlerim, kadının bembeyaz boynunda mavi mavi atan damarda...
Kadın, böyle birisini tanımadığını söyleyip çekiliyor.
Yolda bir eski tanıdıkla karşılaşıyoruz.
— Yahu, diyor, epeydir görünmüyordun, nerdeydin? Söylüyorum. Hiç şaşmıyor. Halbuki ufak bir ilgi gösterse, ona neler anlatmazdım!
— Cin Memet'ler bu mahalleden taşındılar galiba?
— Hangi Cin Memet'ler?
— Hangi Cin Memet'ler mi? Şu arsada top oynardık hani...
— Cin Memet, Cin Memet? Ha... onlar gittiler canım,-İstanbul'a mı, İzmir'e mi, bir yere gittiler... Çok oldu...
— Ya Ado?
— Kürdün oğlu mu? Bırak şu pisi sen de... Hâlâ unutamamışsm...
.— Ya Süreyya?
Yere çaprazlama tükürüyor.
— Tekin? Hocanın oğlu? Ötekiler?
Omuz silkiyor, ayrılıyoruz. Sanki memleket tepemde fırıl fırıl dönmeye başlamıştı. İçimden, içimin derinliklerinden bir şeylerin yıkıldığını duyuyordum.
Ben şimdi kimi Arapça cümlelerimle şaşırtacağım? Papaz mektebinden, çenesine yumruk attığım patrondan, yeşil tramvaylardan, Virjin'den, Eleni ve ötekilerden kime bahsedeceğim? Ben buraya niçin geldim?
XXII
Bir ay sonra bir gün babamdan bir mektup aldım: Annemleri gönderiyormuş!
, Mektupta fazla tafsilât yoktu, fakat biliyordum ki, ba-
'bam, on sekizinde bir erkek çocuğunun* kızdan daha kıy-
netii olduğu kanaatindeydi ve muhakkak ki, babam be.-
82
ni seviyordu. Lâkin annemler bir türlü gelemediler. Yaz geçti, okullar açıldı. Ortaokula yazıldım yenibaştan... Fakat okulla aramdaki bağlar öyle kökünden kopmuştu ki...
Sabah oluyordu... Babaannemin bütün dikkat ve itinasına rağmen, kitaplarım koltuğumda, başımda sarı şeritli okul kasketim, yollara düşüyorum, ver elini Yorgi'nin kepekçi dükkânı!
Yorgi, vatana döndüğümün haftasında tanıştığım bir muhacir çocuğuydu. Asıl adı İsmail'di arna, nedense Yorgi diyorlardı ve bu isim ona çok yakışıyordu.
Yorgi de tedavisi imkânsız bir futbol hastasıydı, lâkin, ne kuvvetli şut atabilir, ne iyi çalım yapar, ne de korner atılırken zekice yer tutabilirdi. Böyle olduğu halde, onu müthiş seviyorduk. Tanıştığımdan birkaç saat sonra canciğer oluvermiştik.
Basık burnu ve yampiri yürüyüşüyle insanı her an gülmekten çatlatan Yorgi'nin eli bastonlu, romatizmalarından şikâyet eden, kambur bir amcası vardı. Bu adam, bana çocukluğumun Pavli dayısını hatırlatırdı...
Adam çok zengindi ve Yorgi'ye vermesi ihtimali kuvvetli olan bir kızı vardı. Onun için Yorgi'nin amcasına sevgisi korku derecesindeydi.
Yorgi, dükkânın arkasına kömür depo ederdi. Yazın ucuz ucuz düşürür, kışın pahalı pahalı satardı. Bu kömürlerin konulduğu yer Mahalle futbol kulübümüzün merkeziydi. Günün her saatinde burası fabrika işçileri, kasap çırakları, talebeler, kunduracı kalfaları, gazete müvezzi-leri ve işsizlerle dolardı. Nerde bir futbol hastası varsa, burayı mutlaka bilirdi. Yazın, cenubun müthiş güneşi altında memleket yanarken, biz birbirimizin elinde bir iş, kimimiz bir futbol topuna meşin keser, kimimiz futbol lâstiğini yamalar, kimimiz futbolun dışını söker, bitmek tükenmez maçlardan konuşurduk. Küçük aptestimiz gelince de uzağa gitmeye hacet yoktu. Yorgi:
— İşeyin işeyin... demişti, kömürlere işeyin, okka^e-ker hazır!
83
Kömürlere işerdik ve sıcak havada burası çok fena kokardı.
Arada Yorgi, bir yengeç gibi gelir:
— Amcam! diye bağırırdı.
Herkes bir tarafa... Kepek çuvallarının arkalarına, büyük tozlu sandıkların içlerine, birkaçımız da kömürlerin içine saklanırdık... Amca, bastonuna dayana dayana gelirdi. Yorgi, onu kapıda karşılar, diller dökerek elinden tutar, dükkâna alır, iskemle ikram eder, kahve söylerdi. Bütün çabalamasına rağmen, amcası kafiyen memnun olmazdı. Mutlaka bir noksanlık, Yorgi'yi azarlayıp, «Adam olmazsın sen, nafile... Gözüm hiç su içmiyor senden!» demeye fırsat yaratırdı...
Bazan dükkânın önüne gözcü koymayı unuturduk, yahut da gözcü dalga geçerdi, bir pazar günkü maçta iyi veya fena oynayanlar üzerinde tartışmalara dalmış olurduk ki, amca ansızın geliverirdi, basılırdık... Açardı ağzını, yumardı gözünü... Hepimizi kovardı, sonra da Yorgi'yi bastonla döverdi.
Yorgi'nin dayak yeyişini seyretmek ömürdü. O dayak yerken, biz dükkânın önünden manzarayı seyreder, kırılırdık gülmekten. Amcası üstüne yürüdükçe, Yorgi oradan oraya kaçar, baston darbelerinden korunur, baston darbeleri boşa gittikçe de amca kudururdu. Yüzü kıpkırmızı kesilir, kamburunu çıkara çıkara seğirtirken, arada bizim teyzelerimize söverdi.
Böyle, köşe kapmacaya benzeyen dayak fasıllarından sonra Yorgi, sözde uslanır, asık yüzüyle terazi başında somurtup oturur, hangimiz olursak olalım dükkâna almazdı.
Biz de darılırdık. Onun dükkânına bir daha ayak bas-mamaya karar verir, Alasonyalı Ahmet efendinin kahvesinde toplanırdık.
Ahmet efendinin kahvesi, Yorgi'nin kepekçi dükkâ-nıyla karşı karşıyaydı. Bizi öyle, kahvenin önündeki gölgeye sandalyeleri atmış, çümbür cemaat görmez mi, ifrit
84
olurdu. Aradan çok geçmezdi... Bir de bakardık ki, bitişik bisikletçinin çırağını göndermiş:
— İsmail âbim sizi çağırıyor!
— Dükkânı başında parçalansın, gelmiyeceğiz... derdik.
Çocuk gider ve dönerdi:
— Halletmesinler, gelsinler! diyor. Çocuğu tekrar çevirirdik:
— Kendi gelip çağırsın!
Gelirdi. Dişlerini göstere göstere gülerken kahveci Ahmet efendi:
— Ört dişlerini ulan, derdi koca budala! Yorgi'nin ağzı kulaklarında...
— Çağırdım da niye gelmediniz lan, hergeleler? Hiç birimizden cevap yok. Gülmemek için kendimizi
öyle sıkıyoruz ki, dudaklarımız kımıl kımıl...
— Ha? Niye gelmediniz?
— Ulan kambur Recep, sen de mi? Şu kör oğlana bak be! Ulan silikler, başlarım tarakanızdan ha!
Nihayet kıkırtılar, sonra kahkaha fişekleri, daha sonra tuzla buz olan ciddiliğimiz. Bütün bir kahve kahkahalarının makaralarını koyuverirdi.
Yorgi en önde, biz hepimiz arkasında, kepekçi dükkânına yollanırdık ki, Yorgi bir şey unutmuş gibi duruve-rir, bizi sayardı.
— Yuu... derdi, yarısı otuz kişi enayilerin! Sonra gene ciddileşir:
— Hey, kahveci! diye seslenirdi.
Kahve kapısında dikilen Ahmet efendi bozmazdı. Garsonuna:
— Bak oğlum Âdem, derdi, bak İsmail beye! Yorgi hâlâ ciddi:
— Çocuklarımıza gazoz, bana da... bir az şekerli... Ahmet efendi:
— Cart! deyince Yorgi şaşalardı:
85
— Efendim? * Tekrar kahkahalar... Kasıklarımızı bastıra bastıra gülerdik.
Bütün varlığımla Yorgi'nin kepekçi dükkânına ve futbola bağlı, beni zerre kadar ilgilendirmeyen derslerden uzak. bomboş kafamla okula gidip geliyordum. Okulda da futbol vardı ve ben okulun birinci futbol takımında sağ-açık oynuyordum ama, okulda ne Yorgi, ne de onun kömürlerine işediğimiz kepekçi dükkânı!
Yorgi, Mendiye'yi seviyordu.
— Amcamın kızıyla evlenir, zengin olurum, Mendiye'yi de dost tutarım bir gazel!
Mendiye, Ahmet efendinin kahvesi üzerindeki evin hizmetçisi, ihtimal on sekizinde, kâğıt kadar beyaz, iri siyah gözlü, bilhassa altın dişiyle gülüp her baktığı yeri yakan bir çingene kızıydı.
Güzelliğiyle mağrur gibiydi. Sık sık baldırını, bacağını göstere göstere ve yoldan gelip geçenleri göz ucuyla süzerek, balkonu yıkar, evin sokağa bakan pencerelerinin camlarını silerdi.
Nereye giderdi?
Vatür Salih:
— Sabuncu'nun oğlunun yanına! derdi. Şerefsizim ki
ha!
Parlak Saim:
— Yok canım, şu Amado'lara... Amado'nun büyük oğluyla...
Ona hepimiz tutkunduk... Hepimiz, çaktırmadan, birbirimizi kıskanırdık, fakat o, resmen Yorgi'nin Müstakbel kapatmasıydı. Amcasının kızıyla evlenip zengin olduktan sonra, onu nasıl ayrı bir eve kapayacağını, ona neler alacağını, nasıl yatacağını, nasıl öpeceğini öyle ballandıra ballandıra anlatırdı ki zengin olmadığımıza hayıflamrdık.
Gür; geldi, futboi üzerine konuşmalarımızı unutur gibi rVduk. Ekzersizleri gevşettik. Herbirimiz ayrı ayrı iğne iplik olniadıksa, şişmanlamadık da... O seneye kadar şa-
86
rap içmeyi bilmezdik. Mendiye'nin aşkından bunu da öğrendik. Mektepler adamakıllı asılmağa, şarap parası denk-leştirilip, Mendiye'lerin evine bakan Giritli Hüseyin'in meyhanesinde zom olana kadar içilmeye başlandı. Zom olunur, meyhane penceresinden Mendiye'ye mendil sallanır, Allaaah! diye bağırılırdı. Çok defa şarap parası denkleş-tiremediğimiz halde, zom olmak ihtiyacmdaydık. Parası olmayanlar, parası olup içenlere yutkunarak ve büyük bir kıskançlıkla bakar, arada ikram edilen yarım bardak şaraba öyle saldırırlardı ki, bardakta tek damla kalmamacasına süzer, bardağı dişlerlerdi.
Bir gün gene zil-zurna, Yorgi'nin dükkânından ona mendil sallıyor, öpücükler gönderiyorduk. O da galiba en cömert günündeydi... Eteklerini kaldırdıkça kaldırıyor. Yoldan gelip geçenlerin meraklı bakışları önünde, cıldı-rıyorduk. Bir ara balkondan kayboldu. Çok geçmeden iki dirhem bir çekirdek, evden çıktı. Çarşı yolunu tuttu, sonra karşıya, Yorgi'nin dükkânının bulunduğu kaldırıma geçti ve birdenbire dönerek geldi, tam önümüzden geçerken:
— Hergeleler! dedi.
Donup kaldık. O, çekti gitti. Neden sonra:
— Hergeleler, ha?
— Hergele miyiz biz?
— Desin be, desin be, Allah be...
— iyi ama, hergele miyiz yani? Yorgi: Değil misin ulan? dedi.
— Telin mi döküldü paşazade...
— Telim döküldü ya, ne belledin!
— Hıyar ağası sen de...
— Füyyyt!
O günden sonra bir daha ne o eve geldi, ne de meydanlarda görüldü. Tabiî yavaş yavaş unuttuk onu, yeni-baştan futbola ve futbolun dedikodularına başladık.
Kışa doğru, Doç Ali'lerin evine yeni kiracılar geldi. Yeni kiracıların Cızları vardı. Kızların dul ablaları pek iştahlıydı. Gece yarısından sonra Doc'la, hırsız gibi, yuka-
87
n kata çıkardık. Kadın, ilkpeşin Doç'u alırdı, sonra beni. Ben çok utanırdım. Öyle ki, o öğretmenimizdi sanki, biz de öğrencisi.
Çok hoşumuza gidiyordu ama, sokakta falan karşılaştık mı, kaşlarını çatar, yüzümüze bakmazdı.
Bir gün Yorgi:
— Çocuklar, dedi, Mendiye'den haberiniz var mı?
— Yooo...
— Şu sabuncu'nun oğluyla basılmış. Arabacılar alıp götürmüşler, sonra da muayeneye sevkolunmuş, evvelsi gün de kerhaneye atmışlar!
Parlak Saim:
— Yaşasın! diye bağırdı. Gideriz...
XXIII
Yorgi'nin kepekçi dükkânında tanıdığım yığınla futbol hastasından biri de Hasan Hüseyin'di. Hasan Hüseyin, birinci takımda değildi. İlk zamanlar pek resmiydik, sonra sonra ahbap olduk, daha sonra da dost. Öyle ki, evlerine girip çıkmaya başladım. Zaman geldi, onlardan, onların evindekilerden birisi kadar onlardan oldum.
Hasan Hüseyingil, Hayvanpazan'na çıkan aralıklardan birinde, belvermiş bir kerpiç huğ'un geniş bir odasında otururlardı. Huğ belvermiştj, sokağın havası yanmış tezek ve hayvan mayısı kokardı. (Memleketimin bu semti, birçok semtleri gibi, kerpiç huğ'ları, ineği, öküzü, daracık eğri sokaklarında eşelenen tavukları ve makine sesinden uzaklığıyla, köyü hatırlatır. O kadar ki, akşamın inmesiyle beraber, hayat da ölür. Elektrik girmemiştir. Yaz günleri, terazisi başında uyuklayan çember sakallı bakkal, tuz, öküz başı civit, boya, mıh ve yalınayak çocuklara bayatlamış kırmızı şeker satar.)
Hasan Hüseyin, Hasan Hüseyin'in annesi, babası, babasının annesi, üç kızkardeşi, tam yedi kişi, bu bir tek odada yatar, kalkarlar, Hasan Düşeyin bu odanın bir köşesinde, bazan dikiş makinesinin kapağını yan yatırıp, ba-
88
zan bir gazyağı sandığını masa gibi kullanarak, cetvel, tirlin ve çini mürekkeple okul vazifelerini hazırlardı.
Onlara dair Hasan Hüseyin'den o kadar çok şey dinlemiştim ki... Sapasağlam babasına rağmen, evin erkeği annesiydi. Dikiş diker, bekâr çamaşırı yıkar, yoğurt satar, vakit bulursa şuna buna çamaşıra giderdi. Kırkını pek az aşkındı, ama, iki kattı, yüzü, elleri kırışıklar içindeydi, gözleri de trahomlu... Sık sık, zihninin dağıldığından, ayağa kalkıverince gözlerinin kötü kötü karardığından bahsederdi.
Daha güneş doğmadan uyanmış, ineği sağmış, hergeleye yollamış olurdu. Sonra, akşamdan çaldığı çanak yoğurtlarını alır, Kuruköprü'de satar, gelir, sırları dökülmüş mor çaydanlığı tezek ateşine oturtur, ondan sonra" da ge-çermiş dikiş makinesinin başına. Makineyi mümkün mertebe fazla ses çıkarmamaya çalışarak kullanmasına rağmen Hasan Hüseyin'in babası uyanırmış, «Ulan avrat,» dermiş, «hiç mi medeniyet görmedin eşşoğlusu! Surda uyunurken bu dini eğrinin icadını langırdatmakta ne mânâ var!»
Kül renkli bulutlarta havanın sımsıkı kaplı olduğu soğuk kış günlerinde mutlaka dokuzdan sonra kalkar, en az yarım saat, üç çeyrek gerinir, esner, tekrar gerinir, gözlerini ovalar; helaya gider gelir, cigara üstüne cigara içer, kerevette de yüzükoyun bir müddet yattıktan sonra< «Ne yiyecek var kız?» diye karısına sararmış. Kadın, soğuya," ısına, kaynıya simsiyah olmuş, is kokan; mürekkep ağırlığında bir baydak çayı, taze sulanmış yufka ekmek, peynir ve bir baş kuru soğanla sürermiş kocasının önüne.
Ben, ekseri sabahlar onun evden çıkışına rastlardım: . Trahomlu gözlerini yumruklarıyla ovalıya ovalıya ve besmeleyle, kapının eşiğini atlardı. Parlak siyah bezden kara donu, yumurta ökçe sarı yemenileri, omuzunda lâcivert ceketi ve iri taneli kehribar tesbihiyle, ağır ağır, salına salma doğru Melekgirmez sokağındaki köylü kahvesine.
89
Hasan Hüseyin'in annesi ille buna tutulurdu :
— Omuzunda ceket, elinde teşbih, kulunç kıra kıra adam çatlatmasını bir bilir ki. Hükümet bir hayır etse de şu tembelhaneleri kapatsa, derdi. Bu ne böyle? Bulmuş bir küşneli ahır, gel, ye, iç, zıbar. yat, her şeyin ayağına gelsin, bir de hafta sekiz gün dokuz, topla kendin gibi uğursuzları, al getir eve, rakı icir... Bu Allah'tan reva mı?
Kadın, kocasına intizar etmekten usanmıştı..
— intizarlar da kâr etmiyor, derdi, dilim damağım kurudu, ona intizar etmekten. Ona ettiğim intizarları şu köşe taşına etseydim, taş kül ufak olurdu!
Hasan Hüseyin de babasından şikâyetçiydi:
— Efendi, derdi, yani başladı m; atmaya, nişangâh mişangâh tanımaz. Bir şey değil, attıklarına kendi de inanır. Heye, bizim esasımız köylü, köylü amma, çıkmış çıkmışız. Ben kendim şehirde doğmuşum. İşte on sekizime bastım, köy möy bilmem. Varmış, dedem zamanında beli bükük bir huğ'umuzla, iki ineğimiz, annem anlatır, hepsi bu. Herif başladı mı palavraya, o beli bükük huğ, olur apartıman, inekler de ejderha!
Hasan Hüseyin, Yorgi'yi kızdırmak hususunda çok işe yaradığından, onsuz olamazdık. Ne zaman bir maç teklifi alsak, yahut her nereye, maca gideceksek, mutlaka Hasan Hüseyin de bizimle. Bazan onu listeden silerdi. O zaman Gazi, ben, Parlak Saim. ve ötekiler, amma ille ben ve Gazi asılırdık, ne yapar yapar tekrardan yazdırırdık.
Yemekte üçümüz aynı masaya düşmeye çalışırdık. Kaşla göz arasında en pahalı yemeklerden getirir, tatlı üstüne tatlı yuvarlardık. O kadar ki. mide fesadına uğrar, ekşi ekşi geyirir, başlardık midelerimizi yumruklamaya.
Hasan Hüseyin derdi ki:
— Doğrusu Allah gibi yemekler... Bir değil, beş mide feda olsun!
Bir gün yakın vilâyetlerden birine maca gidecektik, trenle. Yorgi:
— Umumî kaptan, dedi, Hasan Hüseyin'i listeden sildi!
9G
Derhal küstük ve birer kenara çekilip somurttuk. Yorgi gider, böyle böyle, küstüler, gitmiyeceklermiş filân diye yakıştırır. Baktık Umumî kaptan geldi. İlk peşin sert yapmak istedi:
— Onunla göbeğiniz bitişik değil ki! dedi.
— Bitişik! dedik. Güldü.
— Öyleyse... Bir tren parası uydursun, yemeği idare etmeye çalışırız...
Hasan Hüseyin, capaklanan cam gözünü çıkarmış, mendiliyle siliyordu. Umumî kaptanın söylediklerini anlattık. Mahzunlaşîı, ağlayacak kadar.
— Kimden bulabilirim yol parasını? Bu kadar parayı kim verir bana?
Çaresiz, aramızda para topladık. Parlak Saim, Kahveci Ahmet efendiden borç aldı, tren parasını denkleştirdik. Hasan Hüseyin'in neşesine son yoktu. Gitti, Yorgi'-nin şapkasını eğdi, sonra, siperi ortadan kırılmış okul kasketini havaya attı, havladı...
Bir ara koluma girdi. Yakası tiftiklenmiş ceketi uzundu, babasının eskisi... Usulcacık, fakat gayet ciddi:
— Burnuma pirzola kokuyor! dedi. Gideceğimiz lokantada pirzola var mı acaba?
— Her lokantada olmaz zannedersem... dedim, bilmem ama...
Koluma asıldı:
— Pirzoladan bahsettiğimi Gazi'ye açma, olmaz mı? Sonra, benden duymuş olmp, pirzola da olan bir lokantaya gidelim diye zorla, e mi?
Az sonra:
— Yarın sabah kahvaltı etmiyeceğim, dedi, öğleyin de yemem, akşam ver Allah ver!
Ertesi gün öğle yemeklerimizi evlerimizde yeyip, Ahmet efendinin kahvesinde toplandık. Hasan Hüseyin yanıma sokuldu:
— Yemedim, dedi, ne sabah, ne öğle... Açlıktan Al-lahım şaşıyor, ama sıkıyorum dişimi...
Sonra ihtirasla söylendi:
91
— Pirzola, gene pirzola, sonra gene pirzola! Arpasından da baklava, komposto, hoşaf...
Araba parasından kurtulmak için, şehrin kestirme yollarından istasyona indik, istasyonda trene ve tren kalktı... Şarkılar, millî marşlar, sonra Yorgi'nin numaraları... Aramıza yolcular da karışmıştı. Parlak Saim ağız mızıkasıy-la Tangilita'yı çalıyordu, küçük Aydın taze, çocuk sesiyle gazeller okuyor, trenimizse uçuyordu.
Nihayet vardık. Tozlanmışa benzeyen kurşunî deniz serilmiş yatıyor, limanda birkaç vapur ve mavnalar, güneşin altında uyukluyorlardı.
Trenden indik, «Yaşa!» bağırdılar, biz de onların şerefine, «Yaşa!» bağırdık ve şehrin beyaz tozlu yollarından kulübe geldik.
Kulüp, ağır taş bir binaydı. Loş ve serin salonun pencereleri denize açıktı, hafif hafif esen rüzgâr, denizden yosun kokusu getiriyordu.
Salonda küçük küçük gruplar halinde dağılmıştık. Parlak Saim ping-pong oynuyor. Gazi top ayakkabısına fitil geçiriyordu. Bense yanımda Hasan Hüseyin, öğleyin fazlaca kaçırdığım biber dolmalının rehaveti içinde, kendimi sandalyeme koyuvermiştim.
Sordu:
— Buranın pirzolaları yağlı olur, değil mi?
— Öyle mi? Her lokantada komposto bulunur tabiî? _ .................. ı »
— Şimdi elma mevsimi değil, peki, komposto için elmayı nercten buluyorlar?
— Kıştan mı saklıyorlar?
— .................. ?
— İnsan her öğünde pirzolayla komposto yemeli ki...
— Değil mi? Ha, değil mi be? Adamın boynu boğazı dönmez, tavlanır... Banka direktörü olmalı ki adam...
92
Ha? Muhasebeci olsan gene her gün pirzolayla komposto yiyebilirsin...
— Bizim eve, ne, haftadan haftaya yarım kilo et girer girmez, zorla, o da babama yetmez... Yarım kilo et ve bir bölük insan!
— Mektebi mutlaka bitireceğim, ahdettim. Şöyle muhasebeci filân alabilirsem bankalardan birine... Yani bir muhasebeci oliym, şerefsizim her gün pirzolayla komposto yiyeceğim!
— Üst baş, çoluk çocuk?
— Evvelâ can. Zaten maaşım çok olmazsa evlenmem ki... İçim yanmış fıkaralıktan... Gözümü açtım yokluk... Bıktım usandım be... Komposto kayısıdan da olur, değil mi?
— Olur...
— Elma kompostosu yoksa kayısı kompostosu isterim...
— Aman kardeş, unutma... Pirzola olan bir lokanta seçsinler ha!
Sonra kulübün duvar saatine baktı:
— Üçe geliyor... diye söylendi, üç, bilemedin dört saat sonra lokantadayız!
Gözleri parladı, gülümsedi, bir ürperme geçirdikten sonra uzun uzun gerindi.
Maçı bir sayı farkla kazandık. Halkın yaşa'ları arasında kulübe geldik, soyunduk, tulumbanın altında çabucak birer duş alıp, giyindik ve lokantaya davet olunduk. Hasan Hüseyin'in rengj sapsarıydı, herhangi en ufak bir aksilik çıkar da, lokantaya gidilmez diye içi titriyordu.
İçimizden biri, bir ara: «Yemeğe boş verip trene ye-tişsek» teklifinde bulunacak oldu. Hasan Hüseyin:
— Kes lan! diye bağırdı. Allahım şaştı açlıktan.:. Ben bu saati bulana kadar... Öteki trenle gidilsin, hfç gidilmesin isterse...
93
Hasan Hüseyin'in bir kolunda ben, öbür kolunda Gazi, lokantaya girdik. Şöyle kenar masalardan birine geçtik. Daha oturmadan, Hasan Hüseyin:
— Aman kardaş, dedi, nerde o liste? Ver hele şu listeyi be Gazi!
— Oşt! dedi Gazi. Etraftan bakıyorlar, ar namus bırakmadın bizde... Lan garsonlar bile bakıyor be...
Hasan Hüseyin sinirlendi:
— Baksınlar lan! Allah baksın isterse... Şist garson! Yorgi uzaktan:
— Yuuuuh! dedi. Kahkahalar...
Garson gelmişti, gülüyordu. Hasan Hüseyin:
— Pirzola! dedi. Şöyle, ânlarsın ya...
Gazi, taskebabı, ben de kuru fasulyeyle pilâv istedim. Yemekler gelince Hasan Hüseyin çatalı bıçağı itiverdi:
— Kibarlığa boş ver hele, kardaşım...
Pirzola lop etli şeylerdi. Galiba iki lokmada, sonra da ötekini...
— Ulan amma da az be... Garsona:
Uzatmıyalım, beşinci pirzola porsiyonundan sonra, iki porsiyon karnıyarık, iki porsiyon pilâv, iki porsiyon kuru fasulya yedi, türlü, taskebabı filân, sıra geldi kompostoya.
Kendi işimizle meşguldük. Ona kaysı kompostoları gelip gidiyordu. Gazi'yle çeneye dalmıştık. Tokluğun verdiği sinir rahatlığı içinde,- lokantadakileri rastgele gözden geçiriyorduk. Hasan Hüseyin'de bir ürkeklik, suçluluk... Gazi kalktı, gitti elini ağzını yıkayıp geldi. Ben tam kalkacaktım ki, ziyafeti çeken karşı kulübün umumî kaptanı:
— Arkadaşlar! diye başladı, peşin söylemeyi unuttuk, ziyafet yalnız futbol oynayan on bir kişiyle iki idareci arkadaş içindir. Yani...
94
Hasan Hüseyin'in elinden kaşığı düştü, rengi kireç gibiydi. Gazi'yle beni bir gülmedir tutmuştu.
— Gördün mü felâketi! diye Hasan Hüseyin, ölmüş gibi söylendi. N'âpacam şimdi?
Nerdeyse ağlıyacaktı, Gazi...
— Yediklerini geri çıkar! dedi.
— Yahu bırak şakayı be... Sırası mı yahu? Beni bırakıp gitmezsiniz, değil mi? On param yok... Nerden bulmalı, kimden almalı acep? Gazi, be, çağır hele şu Yor-gi'yi...
Gazi gülmekten kırılıyordu.
— Yahu hâlâ gülüyor be, hâlâ gülüyor be... Bana döndü:
— Sen de ötekilere asıl e mi? Rezil olacağım... Tuh. be... Şu garson da işin farkında galiba... Bak, yanında-kine beni gösterdi. Gülüyorlar... Yemez olaydım, zehir zıkkım olaydı...
Ziyafet dışı bırakılanlar, yediklerinin hesabını veriyorlardı. Sıra ona yaklaşıyordu. Bu ara Gazi kayboldu.
— Tüydü mü dersin?
— Zannetmem... dedim, nah, orda, Yorgi'yle konuşuyor...
O tarafa baktı.
— Hâlâ gülüyor yahu... Ben can derdindeyim... Hesap sırası ona gelmişti. Garson:
— Siz, bey! dedi.
Hasan Hüseyin yutkundu, sonra masanın kenarına tutunarak kalktı. Öyle bitmişti ki... Garsonlar gülmeye başladılar, yere bakıyorlardı. Baktım, kayısı kompostoları... Hasan Hüseyin'in sapsarı alnından iri ter taneleri... Garsonlardan biri:
— Cebine koymuş... dedi. Öteki garson:
— Haydi bey, hesap, dedi, beklemiyelim! Tam bu sırada Yorgi:
— Garson, diye sokuldu, onun hesabı bende!
95
Gözleri yerdeki kaysı kompostolarına ilişti.
— Bunlar ne? Hesap isteyen garson:
— Beyin paçalarından döküldü! dedi.
Hasan Hüseyin, düşük omuzlan, tiftiklenmiş ceketiy-le musluklar tarafına yürüdü. Yorgi hesabı gördükten sonra:
— Ulen, dedi, amma da yemiş be! Garson:
— Ziftlendiği yetmezmiş gibi... Gazi'nin eli şimşek gibi kalktı:
— Kes lan! Allahsız oğlu Allahsız! İnsanın ayıbı yüzüne vurulur mu? Sen alacağın paraya bak... Yerim, cebime korum...
Garson çekildi. Gazi makaraları koyuverdi. Trende gene yanyanaydık.
— Ölsem bundan iyiydi... dedi.
— Yedin neyse... Cebine niye koydun sanki?
— Sağ cebim yırtıktı... Aceleyle oraya koymuşum... Küçük bacıma, Gülseren'e götürecektim, bana da getir âbi dediydi...
Trenimiz gittikçe kararan akşamı yararak, ıslak fısıltılarla yol alıyor, telefon direkleri gerilere devriliyordu.
XXIV
Maçlar yapardık... Gazozuna, ellişer kuruşuna...
Ağustos güneşinin memleketi kasıp kavurduğu altmış hararet derecesinde biz top peşinde koşardık. Yanmış, meşine dönmüştük. Sabahlardan akşamlara kadar, bitmez tükenmez haftayımlar tamamlardık. Öyle ki, Yorgi bir gün:
— Yahu çocuklar, demişti, ay ışığında futbol oynamak kıyak mı, kıyak olacak!
96
Sahiden de... pırıl pırıl ayın altında saha gündüz gibiydi. Artık, gündüzleri bir türül tamamlıyamadığımız haf-tayımlara geceleri devama başladık.
Yakın kasaba veya köylere seyahatler de yapıyorduk. Böyle günler -ekseriya pazara rastlardı- daha güneş filân doğmadan, çapaklı gözlerimizle Ahmet efendinin kahvesinde toplanırdık. Yirmialtılık Memet -takım kaptanı-mızdı- kısacık boyu, dirseklerine kadar sıvalt kolları, çarliston pantolonu ve leş gibi hasır şapkasıyla hepimizden önce gelmiştir, sağa sola emirler verir. Hasan Hüseyin'i futbol topunun meşinini diktirmeye, Doç Ali'yi solüsyon bulmaya yollar, sonra dehşetli bir sır halinde sakladığı takım şeklini bir kenarda gözden geçirirken, fevkalâde sinirli görünürdü.
Hiç bir zaman her şey hazır olmazdı. Bütün dikkatimize rağmen mutlaka, unutulmuş bir şeyler olurdu ve Yirmi altılık Memet, mutlaka sinirlenir, bağırır çağırır, kamyona zoraki binerdi.
Kamyon parasını harçlıklarımızdan denkleştirirdik. Olan olmayana borç verir, üstünü ya Yorgi tamamlar, ya da kahveci Ahmet efendiden borç alınırdı. Kamyon, millî marşlar ve el çırpmalar içinde, neşe yüklü, kalkardı. Aydın eli kulağa atar, daha sonra Yorgi, insanı gülmekten çıldırtan numaralarına başlardı. Gittiğimiz yerde yenişmiş-sek, dönüş bir kat daha neşeli olurdu. Yendiğimiz kulübün çektiği ziyafette bizi görmeli! ,
YorgJ'nin bir yanında Parlak Saim, öbür yanında, ya Doç Ali, ya Kambur Recep, tam karşılarında da Hasan Hüseyin'le Gazi... İdarecilerimiz hitabe yarışına girmişler gibi, birbiri peşisıra kalkıp otururlarken, biz fırsattan istifade, karınlarımızı tıkabasa doyurmaya koyulurduk. Arada Yorgi fısıldayıverirdi:
— Dayan Hasan Hüseyin, beleştir, dayan!
Kıkırtılarımızı zaptedemez, hitabesini irad etmekte olan zatı şaşırtırdık.
Bir gün yakın kasabalardan birisine bir maç teklifi yapmıştık. Evvelce de sık sık gidip maçlar yaptığımız için.
97
bir mektupla geleceğimizi bildirmek kâfiydi. Gene öyle. teklif mektubu yazıldı, postaya atsın diye Kasafan Ce-mal'e verildi. Pazar sabahı gene her zamanki gibi, çapaklı gözlerimizle, Ahmet efendinm kahvesinde toplandık. Yirmi altılık gene sağa sola adamlar yolladı, kendi kendine takım dizdi bozdu, vara yoğa sövdü saydı... Nihayet kamyona bindik ve kamyon yirmi delikanlının neşeli kahkahalarıyla, kalktı.
Kasabaya öğleden az evvel vardık. Yolda öyle bağırıp çağırmıştık ki, karınlarımız açlıktan zil çalıyordu. Ah, bir kere varsak! diyorduk. Yorgi:
— Şerefsizim, dedi, otuz tabak yiyecem! Hasan Hüseyin:
— Ben kaymaklı kayısı kompostosu...
— Ben revani...
— Ben karnıyarık...
— Fasulyaynan pirinç pilâvı, Allaaah!
Kamyonumuz, benzin kokulu yorgun homurtusuyla kasabaya girdi. Büyük bir köye benzeyen kasaba, güneşin altında yorgun, tadsız, âdeta bomboştu. Kerpiç evlerin pencerelerinden uzanan başlar bize hayretle bakıyorlardı.
Kulüp binasının önünde durduk. Fakat hayret! Kulübün büyük, tahta kapısında kocaman bir kilit.
— Bu da nesi?
İlkpeşin Yirmialtılık atladı. Dalga mı geçiyorsun? demek isteyerek kilidi yokladı. Kilidin hiç şakası yoktu. Yor-gi'nin endişeyle büyüyen gözleri, insana korku veriyordu. Yirmialtılık, harap, döndü:
— N'âpacaz?
— Yoksa mektubumuzu almadılar mı?
— Şuradan şuraya, imkân var mı? Görülmüş şey mi?
Aklımıza birden Kasafan Cemal geldi, onun iri vücudunu, kocaman kafasında kurşunî bebekli gözlerini aradık. Hayret! Kasafan Cemal yoktu... Halbuki sabahleyin bizimle beraberdi...
93
Birkaç çocuk, kamyona sokulmuş bize bakıyorlardı.
Kulübün idarecilerine haberler uçuruldu, geldiler ama... Mektubumuzu almamışlar. Esasen, bir maç için de hazırlıklı değillermiş. Oyuncularının bir çoğu bilmem ne köyünde patozda çalışmaktaymışlar, umumî kaptan İzmir'-deymiş... İstersek ekzersiz mahiyetinde...
İlle Hasan Hüseyin'in yüreğine inecekti/Yumruklarını midesine bastırarak kulüp binasının gölgesine çömeldi, çapaklanan cam gözünü çıkardı, mendiliyle sildi. Ben açlığımı birdenbire bütün dehşetiyle duydum. Hiç bir zaman, «Açız, paramız da yok!» diyecek kadar yüzsüz değildik. Çaresiz, razı olduk ve ikindi üstü bir ekzersiz yapmayı kabullendik.
Kamyoncu, parasını almıştı, çekti gitti, idareciler çekti gitti, küçük, büyük oğlanlar çekti gjttiler. Herbirimiz birer kenarda, kimimiz bir köşeye düşünceli düşünceli işiyor, kimimizin başı yumrukları arasında, kimimiz din iman dümdüz gidiyorduk.
— N'olacaktı böyle? Açaçına maç mı yapılırdı?
— Niye kabullendilerdi sanki?
— Peki ama, maçtan sonra neyle'dönecektik?
— Sahi, o da vardı... Kamyoncu peşin para almadan götürmezdi ki...
Öğleyi birbuçuk saat geçiyordu. Yorgi:
— Çocuklar, dedi, bende yüz on kuruş var. Herkeste ne varsa çıkarsın, birleştirelim de karınlarımızı doyuralım!
İçimizden birisi:
— Hayır, hayır, dedi, paralarımızı birleştirip, bir kamyon kiralıyalım!
— Kamyon kiralıyacak kadar paramız yok.
— Peki, n'olacak?
— Allah'ın dediği olacak, Allah'ın dediği...
— Her şeyden evvel boğaz, arkadaşlar! Karınlarımızı doyuralım... '
— Tabi, tabi,.. Zil çalıyoruz...
99
Yorgi'nin yüz on üç kuruşuna ancak seksen iki kuruş eklenebildi. Hasan Hüseyin gitti, sıcak ekmek, kara zeytin, tahin helvası aldı geldi. Yorgi:
— Ulan Hasan Hüseyin, dedi, gittin de ekmeğin tazesini mi aldın?... Şunlara bak be, yuuu... Kara böcekler gibi!
Sahiden de kara böcekler gibiydik... Ekmekler filân bir üşüştük, bir kalktık... Ellerimize birer parça ekmek, kara zeytin, tahin helvası... Yorgi gözlerini ayıra ayıra somununu ısırırken:
— İki su bir ekmek yerini tutar, çocuklar, iki su bir
ekmek yerini!
Dayandık suya. Arap Hasan:
— Allah kerim be! dedi. Ağlayıp da gözden mi olalım?
— Ne ağlıyacağız yahu, boş ver...
— Bütün gece tabana kuvvet...
— Tabiî, tabiî... Maçımızı da mis gibi yaparız...
— Ya akşam yemeği? Yorgi birdenbire:
— Çocuklar be, dedi, size bir şey söyliyeyim mi? Gidelim heriflere, diyelim böyle, anlatalım vaziyetimizi... Bize ya yiyecek versinler; ya da kamyon kiralasınlar... Ha?
Hasan Hüseyin:
— Yiyecek versinler, yiyecek! dedi. Gazi:
— Boş ver lan... Yiyecekmiş... kamyon tutsunlar do savuşup gidelim...
— Yemek daha iyi!
— Boş ver yemeğe canım, sen de...
— Kamyon, kamyon!...
— Hayır, yemek...
— Hayır, hayır, kamyon daha doğru...
— Yemek, yemek, yemek!
100
Yemekte karar kılındı. Yorgi'nin başkanlığında bir heyet gitti, teklifi yaptı ama... «Umumî kaptan İzmir'de ol-masaymış... Malûm ya, gayrî federe kulüpler...»
Maçı yaptık. Bir sürü goller attık, alkışlandık, yaşa diye şerefimize bağırdılar... Hepsi bu kadar.
Ver elini tozlu yollar!
Futbol oynayanların hâli büsbütün haraptı. Kasabadan çıkınca, ulu dutların inleyerek hışırdadığı ormanın nemli topraklarına, futbol oynayan biz, onbir kişi, sırtüstü uzandık. Terden sırılsıklamdık, yeniyorduk. Hasan Hüseyin, Yorgi, Kambur Recep, Vatür Salih bacaklarımıza masaj yaptılar...
Müthiş güneş testekerlek ve kıpkırmızı batıyordu. Ortalıkta çıldırtan bir serinlik... Fitillerinden birbirine bağlı top ayakkabılarımız, omuzlarımıza atılı, yalınayak, hâlâ fırın külü kadar sıcak tozları çiğneye çiğneye düştük yollara.
«Eğilmez başın gibi Gökler bulutlu efem, Dağlar yoldaşın gibi Sana ne mutlu efem!»
1 i
On iki yaşında Aydın, Yorgi'nin omuzunda şarkı söylüyor, biz hepimiz mırıltılarımızla ona katılıyorduk. Sıra, «Oy-na yansın cepkeniin»e gelince, yirmi delikanlının açlık ve yorgunluktan fersizleşen sesi, doğan aya bir isyan gibi yükseliyordu:
«Oy-na yansın cepkeniin!»
Ay hızla yükseldi, ufaldı ve kuvvetli parıltılarla göğün derinliklerine kaçtı. Gece bastırmıştı... İki yanımızda, hasat edilmiş buğday tarlaları, uzaklarda, kızıl, turuncu alevler ve böcek çıtırdılarıyla dolu serin gece.
Yürüyorduk. Hiç durmadan yürüyebilsek, sabah namazından iki saat sonra memlekete varabilecektik. Arada, bacaklarımızın tutulduğundan şikâyet ederek ve gittikçe bastıran uykunun işaretleri esnemeler çoğalarak, yürüyorduk. Bir meşeliğe vardığımız zaman, Yorgi, fosforlu saatine baktı:
101
— On biri çeyrek geçiyor! dedi.
Artık ne bacaklarımız emrimizdeydi, ne de gözlerimiz. Bodur meşeliğe dağıldık, uykuya bayılmışız. Uyandığımız zaman güneş yusyuvarlak ve kıpkırmızı bir küre gibi doğuyordu.
Sonra?
Sonra, kaldırılmış harman yerlerinden buğday toplayıp, açlığımızı öldürdük. Yorgi fosforlu saatini sattı, yolumuzun üstündeki bir inşaat kantininden karınlarımızı doyurduk. Haşlanmış tavuklara dönmüştük. Tâ ikindi serinliğinde memlekete girebildik.
Tabiî Yorgi, amcasından mükemmel bir dayak yemrg, babaannem beni esaslı bir sorguya çekmişti...
Ve ertesi gün, koskoca gövdesiyle Kasafan Cemal itiraf etmişti:
— N'âpiyim, sıcaktan geberiyordum, dayanamadım! Mektubu postaya atmamış, pul parasıyla ayran içmiş! Ey açlık! Seni midemde, iliklerimde, kanımın kürey-
velerinde duydum. Ve sen, benim iyi, benim şefik ve rahîm olan soyum, insan soyu, sen ebedî tokluğu fethedeceksin!
SON
102
xxx
BABA EVİ
ORHAN KEMAL
1914-1970
Çağdaş öykü ye romancılarımızdandır. Ceyhan'da doğdu. Asıl adı Mehmet Raşit Öğütçü'dür. Babasının siyasi .nedenlerden dolayı Suriye'ye geçmesi üzerine çetin günler geçirdi, ilk gençlik yıllarında ekmek peşinde koşmak Orhan Kemal'i insanoğlunun en önde ge-len ve hiçbir zaman vazgeçilmez olan bu derdi, «Geçim derdi»ni çok yakından, bütün incelikleriyle tanımasını sağladı.
Gazete ve dergilerde şiirler yazarak edebiyata atıldı. Daha sonra öykü türünde karar kıldı. Sürekli öyküler yazdı, ilk romanları ise, «Baba Evi», «Avare Yıllar» ve «Cemile» dir. 1957'de «Kardeş Payı» adlı yapıtıyla Sait Faik, 1969'da «Önce Ekmek» adlı yapıtıyla Sait Faik ve Türk Dil Kurumu ödüllerini kazandı.
Bugün öykülerinden başka romanlarından pek çoğu dünyanın çeşitli ülkelerinde çevrilip yayınlanmıştır.
|